Yaz ( Can DÜNDAR)

Diğer

Yaz
Kavurucu ağustos güneşinin yalazı çıplak bedenleri tutuşturuyor sahil boylarında…

Tanrılar, etten bir kumsalı, bronzla yıkamış sanki…

Kumlara sırtını, güneşe yüzünü vermiş yanık tenler, ışık sağanağından nasiplenebilmek için göklere yakarırcasına kollarını uzatmış yatıyor.

Ne rütbe var bizi birbirimizden ayıran, ne kimlik, ne unvan…

Yaz, omzumuzdan apoletleri, cebimizden hüviyetleri, pazumuzdan rütbeleri söküp alıvermiş adeta…

Güneş imparatorluğunda tutsak düşmüş eşit köleler gibiyiz.

Kentte bizi ayıran, bizi kayıran bütün o zırhlar, takılar, aksesuarlar, giysiler, jestler, mimikler kavrulup gidiyor ışıktan bir ateşin harında…

Bir cehennem provasındaymışçasına çıplak, şeffaf ve bimekânız.

Ömrümüzün, kendimizle randevulaştığımız bu küçük vahasında ruhumuz ve bedenimizle görüşteyiz.

* * *
Şöhretli bedenler, utanılası bir yara gibi gizledikleri fazla kiloları, selûlitleri, sarkmış memeleri, taşmış göbekleri ile sereserpe paparazzi dergilerinde…

Yaz, şan, şöhret, imaj, makyaj tanımayan çocuksu bir haylazlıkla vuruyor aydınlığını, gizlenen gölgelerine hayatın…

Soyuyor insanları kente özgü maskelerinden…

Oyunun kurallarını yeniden yazıp kendi hiyerarşisini dayatıyor kumsalda, limanda, sandalda…

Kışın nerede, ne olursanız olun; yaz, ancak teknede uyumlu yolcu, sandalda iyi balıkçı, denizde usta yüzücü olanı kutsuyor.

Ortaya saçılan, sadece kentte ışıltılı urbalara sarmalayıp gizlediğimiz fiziki kusurlarımız değil; yaz, kişisel zaaflarımıza da ışık tutuyor alevden saçlarıyla…

Hiç vakit ayırmadıklarımızla buluşturuyor bizi, hiç konuşmadığımız konularda sohbetler açıyor.

Rütbesiz de varolup olamayacağımızı test ediyor.

Nasıl bedenimizi kan ter içinde soymasına gönüllü boyun eğiyorsak, benliğimizin el değmemiş dip köşesini havalandırmasını da şaşkın bir keyifle izliyoruz.

Kış sezonu boyunca oynadığımız rollerden sıyrılıp, kostümlerimizden arınarak sosyal statülerimizin, kimlik kartlarımızın, medeni hallerimizin ötesindeki kendimizle buluşuyor, hesaplaşıyoruz:

Eşimiz dostumuzla iş dışında konuşacak konumuz var mı, yoksa hayatı rutin bir koşturmacanın beylik sınırlarına hapsederek mi tüketiyoruz?

Köhne bir sandalda yalnız kalsak, onca yaşanmışlıktan biriktirdiklerimiz bir işe yarar mı?

Kimsesiz bir adada herşeye sıfırdan başlamayı göze alabilir miyiz?

Acaba sığ suların mutedil dalgalarında sörf yapar gibi mi yaşıyoruz ilişkileri; derin denizlerde nefessiz inci arar gibi mi?

Ruhumuzun çocuk bahçesi yaz, bizi kucaklayıp kentte bütün ağırlığımızla asıldığımız tahterevallinin karşı kefesine oturtuyor.

Giysilerimizden soyundukça hafifliyor, yükseliyor ve hayatı da, karşı kefede oturan ağırbaşlı adamı da, onun pek önem verdiği işlerini, birbirinden ciddi konularını da küçük görmeye başlıyoruz.

Güneş, kendimize çevrilmiş bir fenere dönüşüyor; aydınlatıyor bizi… Sonra, saçlarından alevler saçıp pelerinini savurarak karşı dağın ardında kayboluyor.

Bizse, her daim yüzü güneşe dönük yaşayan ve güneş kaybolunca boynunu büken ay çiçekleri gibi içimize kapanıyoruz yeniden…

Kendimize verdiğimiz randevunun saati dolar dolmaz kentlere, eski kimliklerimize kaçıyoruz dolu dizgin…

Zırhlarımızı kuşanıveriyoruz, güneş kaçtığında yapraklarının altına gizlenen kır çiçeklerine özenircesine…

Sıkı taytlara, bol kazaklara saklıyoruz vücut defolarımızı…

Politikadan, işten, gündelik koşturmacadan söz ediyoruz unutmak için çıplağını kendimizin…

Örttükçe tenimizi, yüreğimizi, tahterevalli ağırlaşıyor yeniden…

Maskelerimizi takıp sahte ciddiyetine gömülüyoruz hayatın…

Çalışırken ara sıra gözümüz, sahilden toplayıp masamızın üstündeki su dolu kavanoza yerleştirdiğimiz renkli küçük taşlara takılıyor.

Yaşadığımızın dışında bambaşka bir hayatın da olabileceğinin belgeleri gibi gözönünde tutuyoruz güneş ülkesinden artakalan bu renkli anıları…

Hayatımızın bir yazını daha, bir yandan samimiyetle özgürleştirmek isteyip öte yandan inatla esir tuttuğumuz bir güvercin gibi hapsederek beynimize, kalbimize; gelen uzun kışa hazırlanıyoruz.

…taa ki yeni bir yaz, içimizde hep parıldayan ışığı bize yeniden hatırlatana dek…

Can DÜNDAR
17 Ağustos 2005, Çarşamba