Sokağın asi çocuklarıydık eskiden. İlk fırsatta kames markalı topumuzu kaptığımız gibi boş bir alanda bulurduk kendimizi, iki takıma ayrılmış ve maç yapmaya hazır bir pozisyonda. Tek sorumluluğumuz eve zamanında gitmekti. Bizim en çok sevdiğimiz haylazlık, sokak arasında top oynamak olmuştu o yıllarda. Çoğu zaman bize en uygun yer tesadüfen Ahmet amcanın evinin önüydü. Ahmet amca nedendir bilmem bize hiç top oynatmıyordu. Bizi orada oynatmamakla kalmayıp enerjisi olduğunda spor yaparmışçasına bizi kovalamayı da ihmal etmiyordu. Artık ondan kaçmaya alışmış olmalıyız ki top oynamak yerine onu nasıl çıldırtırız da öyle kaçarız planları yapmaya başlamıştık. Biz her kaçışla biraz daha hızlandığımızı buna doğru orantılı olarak Ahmet amcanın da hızlandığını fark etmiştik. Bir gün şansımı zorlayıp okul takımı seçmelerine girdim ve seçildim. Bundan sonra boş zamanlarımda okulun kros takımının antrenmanlarına katılıyordum. Derken kazandığım yarışmalar, dereceler, ödüller, tebrikler ve de benim için önemli olan mutluluk süregeldi peşinden.
Hayatımın ilk antrenmanlarında Ahmet amcanın etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü o ilk seçmelerde birisinden kaçıp kurtulmak için stresle de mücadele etmek zorunda değildim. Rahattım, kendime güvendiğim çok az şeylerden birisiydi spor yapmak. Okul yıllarımda öğretmenlerimin beni sporcu kimliğimle tanıması, okul müdüründen önce beden eğitimi öğretmenimden fikir almaları yeteneğimin bu yönde gelişmesine vesile olmuştu. Yılların kendini bile takip edemediği, yaşların ise muma üflenen nefesten daha çabuk geçtiği bu karmaşık düzen içerisinde planların, planlandığından farklı gelişmesi birçokları için kaçınılmaz bir gerçekti. Nedenlerin bizden kaynaklanmadığı sistemin içerisinde, istediğin kişi olarak kendi hayatına yön vermek ve başarmak için sadece zamanın gelmesini beklemek yerine alternatif zaman üretmek bizim işimizdi.
Artık üniversite yaşı gelmiş Ahmet amca çoktan unutulmuştu. Eskisi gibi top oynamıyor, koşmak için ise o ilk yıllardaki birikimimiz bize fazlasıyla yetiyordu. En güzel yılların stresle yok edildiği günlerde benim hedefim zaten belliydi. Ben rotamı çoktan çizmiştim. Sadece prosedür gereği sınava girdim fakat neden sınava girdiğimi anlamış değildim. Beden eğitimi öğretmeni adayı olarak başladığım okulda amacıma ulaşmıştım. Okulu bitirince ilk okuldan bu yana istediğim işi yapacaktım. Hala kendime boş zaman yaratıyor o anlarımı dolu dolu yaşamaya çalışıyorum.
Trenle mi gitsek, otobüsle mi? diye tartışırken gece yarısı 01:00’de uçak bileti alıp sabahın ayazında güneşten önce yola çıkmak; boş zamanların içini doldurmaktan başka bir şey değildi bizim için. Katıksız çıktığımız bu yolculuğun keyfini 1856 kilometre ilerideki Van’a varınca yaşayacağımızı ümit ettik. İkimizin de ilk uçak yolculuğuyla başlayacak olan bu zirve faaliyeti güzel başlamakla kalmayıp hayatımızda üniversite ile gelen ilkler zincirinin bir halkası olmuştu. Belki de; her yolculukta, zirve faaliyetiyle, kurduğumuz kamplarla, yaptığımız ilklerle ya da sonlarla, yazıya dökülmeyecek heyecanlarla dolu, hayatımızın bu hızlı yıllarında yeni birer hikaye yaratıyorduk torunlarımıza. Belki de unutacaktık 3000 metrenin üstündeki manzaranın hayatımızı etkileyen eşsiz görüntüsünü. Günü mü yaşıyorduk? yoksa anları, yıllara sığdırmakla mı meşguldük günlerce?
Uyumaya fırsat bile bulamadan Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna gitmek bazıları için gayet sıradan bir şey olsa da bizim ilklerimizden olduğu için şaşırtmıştı. Bir an için Van gölüne ineceğimizi düşünmüştün ki hava alanının Van gölünün kıyısında olduğunu tekerlekler yere değince anladım. Evet artık Van’daydık ve erken gelmiştik. Çünkü kendi başımızı da tırmanış planları yapmıştık. Van gölünün diğer kıyısındaki nemrut dağını ve dağın üzerinde bulunan krater gölünü görecektik.
Burası adını M.Ö. 2100 yıllarında yaşamış Babil hükümdarından almış. En yüksek noktası 2935 metredeki sivri tepedir. Krater gölü olarak dünyada 16. Avrupa’da 4. sırada yer almaktadır. Tatvan’a 13 , Ahlat’a 23, Edirne’ye 1733 kilometre uzaklıktadır. O kadar uzatan gelip burayı gezmeden gitmek olmazdı doğrusu. Aslında buralarda gezilecek o kadar çok yer vardı ki ayrıntılarıyla görmeye kalsak aylarımızı bu coğrafi güzelliklerin içine kurulmuş yaşayan tarihe ayırtmamız gerekebilirdi. Neyse ki biz sadece bir günümüzü Nemrut Dağı’na ayırtmıştık, gördük ve organizasyonun başlayacağı Van’a döndük.
Her organizasyonda olduğu gibi dağda besleneceğimiz türden kumanyalar önceden Yüzüncü yıl Üniversitesi öğrencileri tarafından hazırlanmıştı. Birkaç reçel, peynir, bal, makarna, paket çorba, sucuk, çikolata ve emeklerini eklemişlerdi paketlere. Çantamıza akşamdan yerleştirdiğimiz kumanyalardan sonra boş vakidi en iyi şekilde değerlendirmenin yolunu arıyorduk kendimizce. Kaldığımız salonda top oynayanların yanı sıra; yeni arkadaşlar edinenler ve ya eski arkadaşlıklarını pekiştirip daha önceki tırmanışlarından esintileri yeniden gündeme getirirken neşe içinde tartışanlar, kitap okuyanlar, fotoğraf çekenler, tüm bunları bir kenara bırakıp müzik dinleyenlerle hepsini yapmaya çalışan ben dahil herkes, diğer yandan da tırmanışa odaklanmış zamanın gelmesini beklemeye koyulmuştu.
Sabah, her organizasyonda olduğu gibi hep birlikte kahvaltımızı yapıp eşyalarımızı otobüse yerleştirdik. Uzun sürecek olan yolculuk süphanın uzaktan görünen manzarasının fotoğraflanması için bölünmüştü. Herkes peşpeşe sıralanmış, makinasının deklanşörüne baserken ben de Van gölünün önünde duran ve neyin fotoğrafını çektiği belli olmayan insanların fotoğraflarını çekmekle meşguldüm. Kısa süren bu molanın ardından yolların bittiği diyarlara; genelde gezginlerin, meraklıların, yıllar önce ayrılıp eski dostlarını ziyaret edenlerin, ara sıra politikacıların, köşe yazarlarının, habercilerin, şairlerin, yardım kuruluşlarının ve bizim gibi dağcılık sporuyla uğraşanlrın yollarının düştüğü, ulaşımın nadiren yapıldığı, yaşantısını büyük ölçüde kendi içine hapsetmiş köylerden birine varıyoruz. Hayatını bu köyde geçirenleri ve hiç köy haytı görmeyemleri, aynı hafta içerisinde görüp düşünmek bir takım şeylerin eleştirisini yapmam için yetti. Acaba neydi aynı ülkenin iki ucu arasıdaki zaman farkı? Eğitim kelimesi bile gitmemişken okul kelimesinin içini boş götürmek ne demekti? Hesap kimin? Kime ödenecek ve kim ödeyecekti faturayı bilmiyorum! Bizler sadece adisyonu kasaya götürmekle meşguldük zarar vermeden, dikkatlice.
Köyde gördüklerimizden de etkilenip, yola sırt çantalarımızı yüklenerek devam ettik. Yaklaşık bir saat süren yürüyüşün ardından kamp alanına vardık. Çantamı atıp üzerime giydiğim polardan sonra arkamı dönmüştüm ki Van gölünün muhteşem görüntüsünü on adım uzağımdaymış gibi yakınımda gördüm. Aslında arada kilometrelerce mesafe vardı fakat göl o kadar büyüktü ki neredeyse hepsini görüyorduk yanındaymışçasına. Bu eşsiz manzarayı kısa süreliğine göz ardı edip hemen çadırlarımızı kurmak için iş başına düştük. Herkes çadırına uygun bir alan belirleyip kurulumu tamamladıktan sonra okullarının flamalarına uygun bir yer arayışını da çözüp yemek telaşına koyuldu. Ben kamp alanının yakınında bulunan kayalıklara doğru koşmaya başladım ve arada bir de dönüp fotoğraf çekmeyi ihmal etmeden kayalıkların en üst noktasında kampı gören bir yerden manzarayı kısa süreliğine izlemeye koyuldum. Kamp alanını ve çadırlarının dışında olan herkesi görebiliyor, biraz göle, biraz Süphan’a, biraz bulutlara bakıyor yalnızlığın ve sessizliğin tadını çıkarıyordum. Aşağı indiğimde neyse ki ekip arkadaşım Necdet bize yemek yapmıştı. Güzel bir çorbanın ardında yarın için hazırlıkları tamamlayıp dinlenmeye çekildik.
Sabah dörtte kahvaltımızı edip çadırın dışında son hazırlıklarımızı tamamlamakla meşguldük. Uyku sersemliğimizi havanın ayazıyla biraz biraz atmıştık ki kendime geldiğimi anladığımda yürüyüşe koyulmuştuk. Hava rüzgarlı ama bizi caydırmak için yeterli değildi. Ekip zirveye doğru yola koyulmuştu. Karanlık ve soğukla mücadele etmek mantıklı olmasa da fenerler ve sağlam kıyafetle doğaya uyum sağlamaya çalışıyorduk. Yükseldikçe rüzgarın şiddeti artıyor, hava aydınlanıyor, zirveye yaklaştığımız için herkes biraz daha heyecanlanıyordu. Artık adım atmakta zorlandığımız bu rüzgarda ilerlemek için herkes kendini zorlasa da grubun uyumunu yitirmesi ekip liderlerince gözlendikten sonra yaklaşık 3500 metreden dönüşe geçildi. Uyumunu yitiren ekip dönüşü de uyumsuz gerçekleştirse de risk içermeyen rotayı öğrenmiş olmalı ki herkes kendinden emin bir şekilde kamp alanına varmış ve erken gelenler çadırlarını bile toplamıştı. Dönüş aynı gün gerçekleşeceği için kamp alanından köye dönüş de beklenmeden gerçekleştirildi. Yine köy manzarası, yine uzun yolculuk ve son durak Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi.
Ertesi gün organize edilmiş sertifika töreninde yönetici sporcu kaynaşması ve artık son anların paylaşıldığı sıcak ortamdan bir dahaki tırmanışlarda görüşme dileklerinin konuşulması bu faaliyetin sonunun göstergesiydi. Hiç şüphesiz bu tırmanıştan da çok şey öğrenmiş, her şeyin televizyondan göründüğü gibi olmadığını, aksine gerçeğin içinde yaşamakla da anlaşılmayacağını bunun tek yolunun görmekten ve düşünmekten geçtiğini öğrenmiştim. Hiç köy görmeden yaşamak, nerede yaşadığını bilmemekle aynı kapıya çıkar…
MUSTAFA AKSOY
08.11.2005