Mustafa Armağan’ın “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı” kitabıyla eş zamanlı çıkan “Ufuklar Sultanı : Fatih” kitabından kesitler…
İki Ali. Biri Acem diyarından kopup gelmiş, öbürü Maveraünnehir’den. Acem diyarından tam neresinin kast olunduğunu bilmiyoruz. Belki Herat, belki Şiraz. İkinci Ali’nin memleketi ise belli: Semerkand’da doğduğunu söylüyor tarihler. Adları aynı ama soy adları farklı: Birincisine Ali Tûsî diyorlar, ikincisine Ali Kuşcî (Kuşçu).
Ali Tûsî, İran’da okuduktan sonra II. Murad devrinde kalkıp Anadolu’ya gelen ve bu topraklarda bilim ve felsefe geleneğinin kökleşmesi için çalışan bir “bediüzzaman”. Fatih’in İstanbul’u açıp gülzar yapmasını beklemiş, Pantokrator Kilisesi’nin odalarında İstanbul’un bilim yuvalarından birini kurmuş. Bir köy verilmiş malikâne olarak kendisine. (Fatih çağının meşhur âlimlerine birer köy “üleştirmiş”, Hoca Sadeddin Efendi’ye bakılırsa.)
Rivayete göre Fatih, gözü gibi ihtimam gösterdiği medreselere haber vermeden baskınlar yaparmış. Günün birinde Ali Tûsî’nin medresesine gelmiş sıra. Kendisi de âlim bir zat olan Sadrazamı Mahmud Paşa’yla gitmişler, derse girmişler. Tûsî Cürcânî’nin şerhinden girmiş derse; ilim cevherlerini birer birer asmış öğrencilerin kulağına. Fatih’in kendisi de konuya vakıf olduğundan pek beğenmiş anlatmasını ve hil”atler giydirmiş, hediyeler takdim etmiş bu değerli hocaya.
İç dünyası bir deniz gibi dalgalı Fatih’te bir tutkudur başlamış. Şu küllenmiş Gazalî-İbn Rüşd tartışması Kurtuba’da derin dondurucuya konulmuştu. Onu canlandıracak kimler var diye bakınmış etrafına. Herkes aynı kanaatteymiş: Biri Hocazade’dir adayların, öbürü Ali Tûsî. Her ikisine de görevleri bildirildi: Gazalî ile İbn Rüşd’ün Tehâfüt’lerini karşılaştırıp tenkid edeceklerdi. Derler ki, Hocazade 4 ayda bitirmiştir eserini, Tûsî ise 6 ayda. Sultan Fatih’e sunulmuş eserler. O da yine bilginlerden kurulu jüri üyelerine göndermiş ve sonuçları beklemiş merakla. Bakalım hangisi daha çok beğenilecek?
Gelen cevaplardan öyle anlaşılıyordu ki, Hocazade’ninki göğüslemişti ipi. Ancak Fatih’tir bu, ilim adamlarının gönlü yufka olur, çabuk incinirler diye, kazanana vaad ettiği ödülü, ikisi de kazanmış gibi değerlendirdi ve her ikisine de 10’ar bin akça ödeme yaptırdı. Ancak burun farkıyla da olsa Hocazade’ninki beğenilmişti ya, bunu da fark ettirmek gerekirdi. Böylece onun ödülüne gayet değerli bir katır ilave edildi (katır deyip geçmeyin, şimdinin Mercedes’idir). Bu ilavenin Tûsî’nin Osmanlı’daki macerasını bitireceğini bilse Fatih herhalde çaresini bulurdu ama ok yaydan çıkmış, Tûsî’nin gönlü kırılmıştı bir kere. Şöhretini de, asistan ve talebelerini de, büyük müjdeye nail olmuş kutlu beldeyi de bırakıp Tebriz’e gitti.
İşe bakın ki, tam bu sırada Tebriz’den bir başka bilgin, öbür Ali’miz, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’dan izin istemiş ve İstanbul’un yoluna revan olmaktaydı. İki Ali Tebriz yakınlarında karşılaştılar. Tanıdılar birbirlerini. Sordu Tûsî: “Yolculuk nereye?” Kuşçu cevapladı: “İstanbul’a.” Tûsî bunu duyunca bir Fatih’i düşündü, bir de çevresini. “İşin zor” diyecekti, demedi. Bunun yerine, “Orada Hocazade nam bir âlim zat var, senin ‘biliyorum’ dediğin şey, onun indinde cehaletin ta kendisidir” tavsiyesinde bulunmayı tercih etti adaşına. Vedalaşıp ayrıldılar…
Biri Osmanlı ülkesine doğru giderken, öbürü oradan geliyordu. Biri Semerkand’a küsmüştü, öbürü İstanbul’a. Ali Kuşçu, Uluğ Bey’in yerini dolduracak bir bilge-kralı mumla arıyordu. Ali Tûsî, ayrıldığı zamanki ilim ortamını tekrar bulabileceğini zannediyordu Maveraünnehir’de. Oysa köprülerin altından nice sular akmıştı. Maveraünnehir kan kaybediyor, İstanbul’a pompalıyordu kanını. İşte az önce Ali Kuşçu da uçmuştu yuvasından.
Ali Kuşçu gidiyor, Ali Tûsî vatanına dönüyordu. Aradığı ortamı bulamadı bir daha. İstanbul, açıkça zehirlemişti kendisini. Kendisine gelen, geri dönse bile içinde bir nur heykeli gibi götürüyordu onu gittiği yerlere.
Anadolu’ya gitmeden önce tanımış olduğu bir Şeyhe rastladı Tebriz’de. Şeyh ona mükellef bir ziyafet çekti dere kenarında. Sohbet ettiler. Şeyh bir ara müsaade istedi, ayrıldı yanından. Tûsî yalnız kalınca murakabeye daldı. Şeyh gelip de uyandırmasa kimbilir nerelere dalacaktı daha. Ne düşünmekte olduğunu sordu Tûsî’ye. “Rum diyarında” dedi Tûsî, “nice iltifatlar gördüm, nice makamlar ve mevkiler ihsan edildi, ve dahi nice altınlar döküldü avuçlarıma. Tadlarını unutamamıştım. Bir an hatırımdan çıkmazlardı. Onlardan ayrılmış olmam, içimde her dem elem çiçekleri açtırıyordu. İşte biraz önce içime yöneldim ve silip attım onları hafızamın levhasından.”
Derler ki, Ali’lerin Tûsî olanı, bundan sonraki ömrünü Nakşibendî tarikatından Şeyh Ubeydullah’ın hizmetine adamıştır. Onun elinin suyuyla özünü temizlemiştir. İç dünyasını tamir etmeye çalışmıştır.
Ali Kuşçu’ya gelirsek, onu Üsküdar’da karşılayanların başında, öbür Ali’nin gitmesine sebep olan Hocazade vardır. İlk karşılaşmalarında bir fikir çatıyması yaşanmıştır aralarında ya, sonradan verimli bir işbirliği imkânı doğmuş, hatta akraba olmuşlardır. Ali Kuşçu İstanbul’da yaşadığı yıllarda bu ilme ve ulemeya düşkün padişahla beraber Osmanlı bilim geleneğinin temellerini atmak için gece gündüz uğraştı, didindi. Fatih’in İstanbul projesini şekillendirmesine yardımcı oldu. Eserlerini Fatih için kaleme aldı. Ve günün birinde Eyüp Sultan hazretlerine hemdem oldu.
Giden ve gelen Ali’ler bize, Fatih’in İstanbul projesi dediğim ve bir medeniyet hamlesi olarak nitelediğim oluşuma dair bir ipucu uzatmış olmalıdır. Orta Asya’yı –Semerkand’ı, Buhara’sı, Meraga’sı ve daha yakındaki Tebriz’iyle Anadolu’ya, bir başka deyişle, diyar-ı Rum’a taşıyan bu yetenekli adamlar, bir mıknatısa tutulmuş gibi çekiliyorlardı ‘çağın kutbu’ tarafından.
Yalnız onlar mı? Kahire’den Musannifek adlı bilgin de, İtalya’dan Venedikli madalya ustası Constanza de Ferrara da aynı cazibe kuvvetine kapılıp gelenlerdendi. Ressam Gentile Bellini, kendisinin başladığı fakat kardeşi Giovanni’nin tamamlayabildiği “İskenderiye” tablosunda, Fatih’in hediye ettiği değerli kolyeyi bizzat kendi boynunda resmedecek kadar gurur duymuştu onun yakın ilgisinden ve hatırasını yalnız tarihteki en meşhur resimlerden olan tablosuyla değil, bir de böyle ebedileştirmek istemişti.
Osmanlı ile Avrupa savaşırken, savaşa inat, kültürel ilişkileri yoğunlaşıyordu. Doğu ve Batı arasındaki kopukluğun yalnız zihnimizde var olduğunu gösteren en çarpıcı misallerden birisi, İtalyan de Ferrara ile İranlı minyatürcü Behzad’ın, aynı figürü resmetmiş olmalarıydı. Meydan okuyorlardı birbirlerine. De Ferrara, İstanbul’da bir kâtibin yazı yazarken resmini çizmişti. Behzad ise ona, aynı kâtibi minyatürcüye çeviren bir resimle cevap verdi. Her iki resme bakınca hangisinin Doğulu, hangisinin Batılı bir ürün olduğunu kesinlikle ayırd edemezsiniz. İki dünya bu iki resimde iç içe geçmiştir adeta.
Fatih böylesine yaman çelişkileri olan bir çağda yaşıyordu işte. En kıyıcı savaşlar ile en nazenin kültürel ürünler aynı çağın tenceresinde fokurduyordu. Geleceğin kara gözlü zalimi Drakula ile aynı odada ders gören de kendisiydi, centilmen ressam Bellini’ye o ölümsüz pozu veren de…
Ancak burada tıkanıp kalmamalı bu hikâye. Çünkü Fatih’i mareşallik ile bilim-sanat hamiliği arasına sıkıştıran mantık da dar gelir onun ufuklarına. O bütün bunları sırf AB’ye hoş görüneyim diye değil, hatta sırf sanat ve bilim tutkusunu tatmin etmek için de değil, bir üst gayeye ulaşmak için istiyordu. Daha doğrusu, o gaye ve ideal, yani kendisini “Fatih” yapan şeydi onu böyle davranmaya iten. Gösteriş değil, tarihin içinde kaynayan bir fikrin tecessümüydü. Nasıl biz Osmanlı’da hoşgörüyü sanki bir tenezzül buyurmak gibi anlarken hataya düşüyor ve onun aslında Müslüman olmanın bir gereği olduğu gerçeğini ıskalıyorsak, burada da Fatih’i Osmanlı padişahları içinde bir istisna, her nasılsa orada ortaya çıkmış bir “hüdâ-i nâbit” kılığına sokmaya çalışıyoruz ki, bu aslında Fatih’i yüceltmez, tersine belki küçültür, geleneksizleştirir ve sonunda imha eder.
Ben aksine inanıyorum. Yani Fatih Sultan Mehmed kendisini İslam geleneği içerisinde görüyor ve orada konumlandırıyordu. İstisna değildi; hele kimseye hoş görünmek ve ‘kravatını düzeltmek’ gibi bir derdi yoktu. Karadeniz’i fetih projesini adım adım gerçekleştirirken de aynı Fatih ruhuyla hareket ediyordu, Gennadios’a Türkçe Hıristiyan amentüsünü yazdırırken de[1], kendi idaresinde bulunmadığı halde Kudüs Patriği’yle görüşürken de[2], Fransiskenlere ünlü ‘hoşgörü fermanı’nı verirken de aynı kişiydi. Ama Otranto’ya sefer düzenleyip Kostantiniyye’den sonra Ebedî Roma’yı fethetmek için plan üstüne plan yapan da ondan başkası değildi.
Onun bu tavrının içinden, Julian Raby’nin dediği gibi “paradoksların sultanı” diyerek çıkabilir miyiz? Hiç sanmıyorum. Bu bir tür ana meseleden kaçış olurdu bence. Paradoks, bizim için vardır, onun için değil. Tıpkı güneş tutulmasının güneşi ilgilendirmemesi, tamamen bizim bir meselemiz oluşu gibi.
Velhasıl çözmemiz gereken bir muamma karşısındayız. Bosna’nın fethinden önce, Mayıs 1463’de tebdil-i kıyafet ederek bir derviş kılığında Milodraze’ye gidip Fransisken rahibi Fra Angel Zuizdovic’le görüştüğü söylenen Fatih’in portresi, bence her şeyi açıklıyor. Bu görüşmeden, bildiğimiz meşhur ahidname çıkmıştır. Hani şu, “Hiç kimse ne Hıristiyanlara, ne de kiliselerine dokunmayacak, kaçanlara özgürlük ve güvenlikleri verilecek, geri dönebilecekler ve manastırlarında, hakimiyetim altındaki topraklarda yaşayabilecekler” diyen ve bugün Fonitsa’daki manastırda saklanan altın değerindeki ferman…[3]
Fatih’in çabası, insanlığın yüzünü Doğu’ya veya Batı’ya çevirmek için değildi. Önemli olan, insanlığın yüzünü yerlerin ve göklerin yüce yaratıcısına çevirmekti. Onun görevi, toprağı gübrelemek, çapalamak ve aşılamak, velhasıl zemini hazırlamaktı. Ama bunun için de uygun bir toprağın olması gerekiyordu ve fetih işte tam da bunu sağlıyordu.
Görünüşteki paradoks da buradan kaynaklanıyordu aslında. O, beşerî paradoksu aşayım derken, ilahi paradoksa yakalanıyor, bundan kurtulmak için de tacı tahtı terk edip paradoksun çözüleceği kara deliğe doğru kaçmak istiyordu; Akşemseddin’in bahçesine. Ne var ki, görev onu orada da yakaladı. Fatih olmanın azabını, Şeyhinden red cevabı alınca bir kere daha tattı. El mecbur, dönecekti paradokslarının kucağına.
Ta Herat’tan Molla Cami’yi ölmeden önce görmek istemesi ve daveti, bunun için miydi dersiniz? Veya Hindistan’dan Hâce-i Cihân Ebulfazl’ı lütf u ihsanına gark etmesi[4], boşuna mıydı?
Kendisi bu derin paradoksu ufuklarımıza şu formülle asıyor:
Bir şâha kul oldum ki, cihân ana gedâdur
Bir mâha tutuldum ki, yüzü şems-i duhâdır.
——————————————————————————–
[1] T. Halasi-Kuhn, “Gennadios’ Turkish confession of faith”, Archivum Ottomanicum, 12, 1987-1992, s. 5-41.
[2] Ralph S. Hattox, “Mehmed the Conqueror, the Patriarch of Jerusalem, and Mamluk authority”, Studia Islamica, No. 90, 2000, s. 105 vd.
[3] Rusmir Mahmutcehajic, Benim Güzel Bosnam: Gelenek ve Birlikte Yaşam, Çeviren: Zeynep Özbek, İstanbul 2004, Gelenek Yayıncılık, s. 124 ve 127.
[4] Abdurrahman Şeref, Osmanlı Devleti Tarihi, Hazırlayan: Musa Duman, İstanbul 2005, Gökkubbe Yayınları, s. 126, dipnot 61
M. Fatih Öztarsu
http://www.tacmahal.org/yazar.php?id=664