Bu yıl 8-10 Şubat tarihlerinde yapılan 44. Münih Güvenlik Konferansının gündeme getirdiği en önemli iki konu Türkiye’nin nereye gittiği sorusu ve Kosovan’ın 17 Şubat Pazar günü ilan edilmesi beklenen bağımsızlığı oldu. Konferansa katılan ve tüm tartışmaları takip eden biri olarak, dikkatimi çeken bir diğer önemli konuda NATO’nun geleceği ve Afganistan’da yaşanan askeri başarısızlığın transatlantik ilişkilerini derinden nasıl etkilediğini görmek oldu.
Konferansın bu yılki en önemli konuşmacısı Başbakan Tayyip Erdoğan’dı. Nitekim, Türkiye’nin nasıl bir dış politika takip ettiğini yaklaşık bir saate varan konuşmasında anlatan Erdoğan, çok sayıda soru ile karşılaştı. Gerçekten de Türkiye’nin nasıl bir yöne gittiği, Türkiye’nin iç ve dış dinamiklerinin etkilerinin ne olacağı, tartışmanın odak noktasını oluşturdu. Konuşmasını Türkçe olarak yaptığı için ve konuşmasıda Türkiye televizyonlarından verildiği için Başbakan Tayyip Erdoğan, bize göre daha çok Türk kamuoyuna hitap eden bir retorik kullandı. Halbuki karşısında, Türkiye’yi anlamaya çalışan, Türkiye hakkında hem iyi niyet hem endişe besleyen bir uluslararası topluluk vardı. Nitekim soru –cevap kısmında bu farklılık net bir biçimde ortaya çıktı. Aslında Başbakan Erdoğan, geçen yıl aynı platformda konuşan Rusya Devlet Başkanı Putin’den sonra, Erdoğan da tıpkı Putin gibi aynı şekilde konuşması ile büyük bir dalgalanma yaratan biri oldu. Putin geçen yılki konuşmasında Rusya’nın bir süper güç olduğunu hatırlatıyor ve Batı dünyasının dünya meselelerine yaklaşımını ve çözüm önerilerini yapıcı bulmuyor, çifte standart kullandığını söylüyor ve Rusya’nın bir noktada Batı ile değerler konusunda çatıştığını ve çatışmaya hazır olduğunu ifade ediyordu. Bu yıl da “bölgesel bir gücün” Başbakanı olarak Tayyip Erdoğan, “küresel bir oyuncu olma isteğinde olan” bir ülkenin siyasi lideri olarak konuştu. Hem medeniyetler ittifakını destekleyen ama aynı zamanda Batı dünyasının, başta Kıbrıs Sorunu olmak üzere bir çok konuda Türkiye’ye haksızlık ettiğini vurgulayan Erdoğan aynı zamanda büyük bir kararlılıkla Türkiye’nin bir açık toplum olma yolundan vazgeçmeyeceğini ifade ediyordu.
Nereden bakılırsa bakılsın, Başbakan Erdoğan’ın konuşmasının yarattığı etki ve tartışmalar aslında Konferansın başlıklarından olan Güç dengelerinin değişimi ve strateji noksanlığını açıkça ortaya koyuyordu. Türkiye’nin son dönemlerde çok fazla Türban konusuna odaklanıp enerji kaybettiği gerçeğinden hareketle Türkiye’nin “bir İslam devletine” gidip gitmediği sorulduğunda” Başbakan Erdoğan, bu endişelerin yersiz olduğunu söyledi. Fakat bu konuda tüm dünyada Türkiye ile ilgili endişelerin arttığı gerçeğini burada ifade etmek gerekir. En azından uluslararası toplumun algılaması bakımından bu böyle.
Türkiye-AB İlişkileri
Başbakan Erdoğan’ın Türkiye-AB ilişkilerinde gerek Almanya Başbakanı Merkel’in gerekse Fransa Devlet Başkanın Sarkozy’nin ısrarla Türkiye’ye “önerdikleri” “imtiyazlı ortaklık” fikrini açık ve net bir şekilde reddetmesi, Türk dış politikası açısından çok önemli bir nokta oldu. Türkiye’nin sadece eşit hak ve yükümlülükler altında bu üyeliği kabul edeceğini söylemesi, bu noktadan sonra Türkiye’nin üyeliğine karşı olan ülkelerin veya Avrupa daki bazı siyasi partilerin liderlerinin şimdi siyasi açıdan “daha yaratıcı olmaları” gereken bir dönem başaladı denilebilir. İran’ın nükleer programı ile ilgili sorulara “dengeli” bir yanıt vermeye çalışan başbakan sonuç olarak İran’ı düşman olarak görmediğini ve Türkiye’nin de İran gibi enerji amaçlı bir nükleer programı başlatacağını ilan etti. Aslında burada temel soru, Türkiye’nin bir enerji geçiş noktası olarak enerji güvenliğinde Türkiye’nin nasıl bir rol oynayacığıdır. Nitekim Türkiye, Rusya ve İran ile enerji konusunda büyük bir ortak görüş içindedir ve bu iki ülke Türkiye’nin en önemli enerji (petrol ve doğal gaz) ithal ettiği ülkelerdir. Görüldüğü kadarı ile, Türkiye bölgesel bir güç olarak bu coğrafyada istikrardan en fazla yararlanacak olan ülkedir. O nedenle Türkiye, istikrar odaklı bir bölgesel yapılanma taraftarı bir görünüm vermektedir.
Türkiye-Ermenistan ilişkileri ile ilgili olarak Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan’ın sorusuna verdiği cevapta ise Başbakan Erdoğan özellikle sınırın açılması konusunda adım atması gereken tarafın Ermenistan olduğunu ve Yukarı Karabağ’dan çekilmediği müddetçe bunun zor olacağını söyleyerek bir noktada Azerbaycan’a destek vermeye devam etti. İlginç olan Ermeni Diasporası tüm oklarını Türkiye’ye çevirmişken, Ermenistan devletinin Rusya ile güvenlik konularında ortaklaşa hareket etmesidir. Bu durumun değişeceğini düşünmüyoruz. Fakat Türkiye ile Ermenistan arasında sınırın açılmasının bölgesel ekonomik gelişmeler açısından her iki tarafada çok faydalı olacağı görüşündeyiz. Bununla beraber, son dönemlerde Türkiye ile Ermenistan arasında gittikçe artan ekonomik, sosyal ilişkilerin, özellikle Karadeniz Ekonomik İşbirliği çerçevesinde bir kurumsal alan bulması önemlidir ve bu alan korunmalıdır.
Başbakan Erdoğan’ın açık ve net bir şekilde sözde Ermeni soykırımı suçlamalarını Türkiye’nin kabul etmeyeceğini sözde Ermeni soykırımını parlemantolarında kabul etmiş olan siyasetçi ve devlet başkanları, Başbakanlar ve bakanların önünde söylemesi ayrıca büyük önem taşıdı.
Türkiye’nin benzeri bir konuda açık tavır sergilediği bir başka konuda Kuzey Kıbrıs ile ilgili idi. Bu konuda AB’ye yüklenen Başbakan, bu yanlış politikadan vazgeçilmesi gerektiğini yineledi. Ama siyasi analizciler için asıl önemli olan Kuzey Kıbrıs ile Kosova’nın bağımsızlığı arasında kurulan paralellik idi.
Kosova’nın Bağımsızlığı
Konferansta konuşan Sırbistan Devlet Başkanı Boris Tadic, Kosova’nın tanınmasının “pandoranın kutusunun” açılması anlamına geleceğini söyledi. Sırbistan’ın Kosovo için bir savaşa girmeyeceğini, ama bu noktadan sonra “dondurulmuş anlaşmazlıklar” olarak tanımlanan bir çok sorunun, sıcak çatışmalara dönme potansiyelinin bulunduğunu vurguladı. Benzer bir yaklaşımı da Rusya Başbakan 1. Yardımcısı Sergey Ivanow ifade etti. Ivanow Kosova’nın bağımsızlığının tanınması durumunda, AB’nin Kuzey Kıbrıs’ı tanıması gerekitğini yoksa çifte standart uygulamış olacağını ifade ederken, Türkiye’ye uluslararası alanda önemli bir destek vermiş oluyordu. Nitekim hafta içinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’de bir defa daha bu konuda destekleyici açıklamalarda bulundu. Fakat şu anda kadar 100 den fazla ülkenin Kosova’nın bağımsızlığı tanıyacaklarını açılayacak olmaları, iki yıl önce Sırbıstan’dan ayrılan Karadağ gibi “mikro ülkelerin” artık bir Avrupa gerçeği olduğunu da ortaya koymaktadır.
NATO’nun Geleceği
NATO’nun Afganistan da tam anlamı ile başarılı olamadığı gerçeğini ifade eden ABD Savunmanı Bakanı Robert Gates, özellikle Almanya da gündemi belirleyen ve Alman askerlerinin çatışmaların yoğun olduğu güney Afganistan bölgesine karşı çıkan Alman muhalefet partilerinin temsilcilerine verdiği cevapta, temel sorunun NATO’nun bundan sonra ne olacağını sorması oldu. ABD ile NATO’nun aynı anlama gelmediğni vurgulayan Gates, Irak dahil olmak üzere bir çok bölgede NATO’nun hangi görevleri ifa etmesi gerektiği tartışmasının yeniden hızlandırılması gerektiğini vurguladı. Gerçekten de Afganistan halen tam olarak güvenliğin sağlanamadığı Taliban’ın güçlü olduğu ve başta Pakistan olmak üzere Batıya yakın diğer ülkelerinde geleceklerinin ne olacağı gündeme oturdu. Örneğin Türkiye’nin Afganistan da yeni bir sorumluluık üstlenmesi gündeme gelebilir. Ayrıca Pakistan’ın istikrarı sadece Batı için değil aynı zamanda Hindistan ve Çin içinde gereklidir. İşte bu noktada Münih Güvenlik Konferansında yapılan tartışmalardan biriside Asya daki Güç dengelerinin değişimi oldu. Bu anlamda ASEAN başta olmak üzere Sanghay İşbirliği Örgütü de önem kazanmaktadır. 1990’lı yıllarda başlayan “ Asya değerleri” tartışmasının Çin ve Hindistan’ın ekonomik gelişmelerine paralel olarak yeni bir boyut kazandığı ve dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Japonya’nın bu bölgede nasıl bir politika takip edeceğide merakla beklenmektedir. Gerçek olan, dünyadaki ekonomik dengelerin, Rusya’yı da dahil ederek, Asya bölgesine kaymasıdır. 1990’lı yıllarda ABD Devlet Başkanı Bill Clinton’un söylediği “ 21. yüzyıl Asya-Pasifik” yüzyılı olacaktır öngörüsü gerçekleşmeye başlamıştır.
Sonuç olarak, Münih Güvenlik Konferansı Türkiye’nin gündemi belirleyen ülkelerden biri olduğu gerçeğini tekrar ortaya koyarken, dünyanın “düzensizliklerle” dolu olduğunu ve günümüzün sorunlarını çözmede , var olan uluslararı kurumların yeterli olmadığını ortaya koyuyordu. Ama bir gerçek daha ortaya çıkıyordu; dünya da halen İdealizm değil, Realizm geçerlidir. Bu da dünyanın, dolayısı ile devletlerin yeni sorunlara hazırlıklı olmaları gerektiğidir. Dünya’nın genel gidişatının ise pek te ümit verici olmadığını vurgulamakta fayda var. Türkiye’nin çok akılcı, dikkatli bir politika uygulası ise kaçınılmazdır. O nedenle dünyanın odak noktasında olan Türkiye’nin güçlü ve istikrarlı olması zorunludur. “Kurtlar sofrasında melenmeyeceğinin “ bilinmesi gerekir!!!!!