Yerel siyasetin nabzını tutmak köşe yazarlarının görevi mi bilmiyorum. Ama benim böyle bir düşüncem yok. Kirlenmiş, paraya, kazanca odaklanmış; antidemokratik, baştan yanlış bir oyunu anlamak ve içinde olmak istemem. Benim için siyaset; ilkeler, programlar, yaşama bakış ve geleceğin kurgulanması anlamında bir süreçtir. Bu süreçte seçim bir koşudur ve her siyasi düşüncenin koşuya eşit başlamasının güvencesi sistemdir.
Sanki tüm planlar AKP’nin geriletilmesi içinmiş gibi geliyor ama siyasetin bezirgânları bozdukları siyasi arenada “aday” yarışmasından başka bir şey koymuyorlar ortaya. AKP karşıtı bir ekonomi ve sosyal politika yok. Çünkü hepsi aynı ekonomi ve sosyal politikadan yana. Bir partinin aday adayına gazeteci, neden aday olduğunu ve ne kadar bütçe ayırdığını soruyor. Aday adayı; vatana millete yararlı hizmetler sunmak için aday olduğunu ve 100–150 bin ayırdığını söylüyor. Ayrılan para kişiye, yeteneğe ve çevreye göre azalıp eksilse de vekilliğe bakışın anlamı ticaretleşiyor ve gerçekte “hiç”leniyor.
AKP karşıtı olmak meydanlarda laik olduğumuzu ve laik kalacağımızı haykırmakla olmuyor ve olmadığını görüyoruz. Devletin tüm birimlerinde kadrolaşma olurken KESK sendikalarından başka ses çıkaran yok. Avrupa’da tüm törenlerin kilisede yapıldığını ve yöneticilerin İncil ile içli dışlı olmasını örnekleyen dinciler haklılar elbette. Ve ayrıca yine batıda dinin devletten bağımsız kurumlar olduğunu söyleyenler de haklı. Ama onlarda Hıristiyan şeriatı gelecek korkusu yok. Çünkü yüzyıllar süren din kavgalarından sonra ortak yaşamı bulmuşlar ve Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verme kültürüne erişmişler.
Bizde din hala devletin kontrolünde. İlk zamanlar doğal olarak kuruluş sancıları, Osmanlının dinsel motiflerle yönetiliyor olması nedeniyle gerekli olan Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar hala aynı amaçla varlığını güçlendirerek arttırıyor ise ve dinsel siyasallık her gün artıyor ise bunda dini referans alan partilerin suçundan çok kendini devletin kurucusu ve sahibi gören kurumların ve siyasallıkların suçu daha çoktur.
Çok basit bir istatistik; Almanya’da 70 bin sağlık Kurumu ve 8 bin kilise, Fransa’da 60 bin sağlık kurumu ve 9 bin kilise var. Türkiye’de ise 7 bin sağlık kurumu ve 77 bin cami var.
Yani onlar gâvur (!) olacaklar ve gâvur gibi de ölecekler; hâlbuki biz dinî bütün ölüp Cennet’e gideceğiz! Zaten bu dünya geçici, hiç bir şeyi dert etmeye değmez! Eğitim ve sağlık için boşu boşuna niye para harcayalım ki? Ölünce, nasıl olsa bir işe yaramayacak bu bilgiler! En iyisi o paraları okul, hastane falan gibi gereksiz yerlere harcayıp çar-çur etmek yerine cami yapalım! Böylece, daha çok Müslüman gönderelim cennete! Ola ki, Orada da seçim-meçim yapılır. O zaman biz kazanırız! Varsın bizi AB’ye almasınlar, biz de onları cennete almayız!
Bu gün bu sonuçları doğuran sebepleri yok etmeyip aksine var eden zihniyetin bir de ezici yurttaş çoğunluğunun sevdiği ve saygı duyduğu, vazgeçilmezi olduğu bayrağımızı ve Atatürk’ümüzü öne çıkarması, toplumun bir kesimini “öteki”leştirme ve düşman yaratmadır.
Bayrak ve Atatürk yarışmaları ile geçeceğe benzeyen seçim yarışmasından biz yurttaşların anlayacağı ne olacaktır? Sonuçta gözüken; tıpkı 28 Şubat 1997 postmodern darbe ile büyüyen dinci siyaset gibi 27 Nisan e-muhtıradan sonra da AKP’nin büyüdüğüdür. Ülkemizde askerlerin yaptığı müdahaleler kime yaradı diye düşünmekte yarar var. Her çeşit müdahale toplumu Atatürk’ten ve kuruluş felsefesinden kopardı ve sol siyaseti geriletti.
Her müdahaleden sonra resmi beyinler tarafından tasarımlanan toplum, bir süre sonra çıkmaza sürüklendi. Tek çıkış olan demokrasi ise hiç düşünülmedi. Her müdahale sağ iktidarlara yapıldı ama hep sol çökertildi ve hala askeri müdahalelerden umut bekleyen ve kendini sol olarak tanıtan zihniyetler halk nezdinde ne kadar inandırıcı olabilir ki? Böyle bir ters kurgulama olunca da gerçekte solun savunması gereken düşünceleri, anlamından koparıp kandırmaca olarak sağ siyasetler savunur oldu.
Ve biz, bilinçli ve planlı yaratılan bir karanlık ve karmaşalar içinde solu tanımlayamıyoruz. Oysa şair Nevzat Çelik solu evrensel anlamda ne de güzel tanımlıyor:
“Çok olmadığımız kesin/Çok olan tarafta değiliz/ Türkiye’de Kürt olacağı/Kürtlerde Ermeni/Ermenilerde Süryani/Gidip Almanya’da Türk olacağız/Hollanda’da Surinamlı/ Fransa’da Cezayirli/İran’da Azeri/Amerika’da zifiri zenci olacağız/Çoğalan zencide mutlaka Kızılderili/ İsrail’de Filistinli/Köpeğin karşısında kedi/Kedinin karşısında kuş olacağız/ Kuşun karşısında börtüböcek/Hakemler hep karşı tarafı tutacak/Ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı/ Çiçeklerden kamelya olacağız/Az, kolumuzun tarafında/Solda olacağız.”
Galiba bu seçim süreci ve sonrasındaki yıllarda ülkemizde “sol”u tanımlamaya zaman ayırabilecek ve buna mutlaka gereksinme de duyacağız. Muhammed, Mustafa Kemal ve Marks’ı bilince ve yaşama koyamayan sol, sol olamayacaktır. Soluna soğan, sağına sarımsak koymakla solcu veya sağcı olunamayacağını anlamak zorundayız.
Ziya Gökerküçük (gokerkucuk@tnn.net) 0536 477 98 59