Seyredilebilirlikten Yoksun 3 Film

Paylaş

Bir film ya da sanatın herhangi bir kolundan çıkmış, beslenmiş bir iş hakkında verdiğiniz hüküm, sanat eserinin hali hazırdaki sözlük anlamıyla eşlik gösterir. İkisi de yaratıcılık dolayısıyla hayat bulur.Daha da önemlisi biriciktir, özneldir.Sinemanın(ya da genel olarak sanat olarak addedilen derin tünelin)en güzel, en ilgiye değer kısmı da budur benim için. Bu bazda iyilik, kötülük, vasatlık, ilgiye değerlik gibi sıfatlar, değerlendirmeler ürünün kritiğinin yapıldığı zaman diliminde başvurulan en yüzeysel, ciddiyetten uzak tanımlamalar olarak görülebilir. Eserin bir yaratıcılık münasebetiyle ortaya çıkması dolayısıyla daha spesifik daha karakteristik yargılarla süslenmiş, var olan işi tüm teknik yönleriyle inceleyen, bununla beraber işin içine belki göze batacak şekilde belki de üzerine şöyle bir ufalanarak katılmış alt metinleri, göndermeleri, saygı duruşlarını, alegorik ya da hayali-alegorik tarafları da katan ve nihayetinde homojen olmayı başaran yazılar okunulabilirlik, sohbetler dinlenilebilirlik barajını geçerler. Değerlendirme ölçeğinde iyi olarak nitelediğiniz bir film belki size kötü bulduğunuz bir film üzerine yazıp çizmek istedikleriniz kadar zengin malzemeler sunmaz. Ya da tam tersi bir durum da yaşanabilir. İki düşünce sistemi de kabul. Dedim ya iyi bir filmi övüp, kendi adınıza çıkardığınız anlamları, vardığınız sonuçları sıralayabilirsiniz. Kötü bir filmi de aynı şekilde. Mizah dozunu biraz daha arttırarak belki . Örnekse aklıma ilk gelen örnekler olarak; eskilerden Barton Fink, yeni sayılabilecek işlerden de The Matrix, Donnie Darko, Stranger Than Fiction gibi benim için eşittir başyapıt anlamına gelen filmler için sayfalar dolusu yazabilirim. Ama aynı şekilde anlatılmaz yaşanır kontenjanından zihnimde yer tutmuş Mumya Firarda gibi kendi değerliliğinde bir sinema katli içinde sayfaları doldurabilirim. Ya da bu iki sıfattan herhangi birini isminin önüne almayan, lakin üzerine konuşulabilecek hususlar barındıran iyi-kötü-vasat tonla film de gösterebilirim .Zaten o denge mevcut olmasaydı işin ciddiye alınacak bir tarafı da kalmazdı. Derdim bu kontenjanlara dahil olmayan, birazdan değineceğim filmlerde daha net görülecek olan temel sinema bilgilerinin dörtte üçünü boş veren, izleyicinin ilgisini(ya da zaafını)istismar edecek şekilde kotarılmış filmler. Başka bir deyişle tartışılacak herhangi bir noktaya sahip olmayan, dolayısıyla da sanat mahsulü olarak değerlendirmenin zor olduğu işler. Her bölümü ayrı telden çalan felaket ucubesi 2012, narsisizmin doruğu Kurtlar Vadisi:Gladio, senaryonun hangi türde bir film olduğunun farkında olmadığı ,sevimsizliğin başrole kurulduğu Abimm bu vakanın incelenmesinde bana yardımcı olacak, yol gösterecek işler olacak. Üzerlerine konuşulacak bir şey olmadığını söyledim ama vaka incelemesi sebebiyle bir kereye mahsus pragmatist davranmakta zarar yok.

2012:Roland Emmerich filmografisini M.Ö. 10.000 dışında katlanılabilir bulurum. Eğlencelidir. Bütün işlerinde öncelik tanıdığı ve hikayeyi üzerine inşa ettiği kesif milliyetçilik duygusu her bünyeye göre olmasa da(olmaması gerekse de) örnekse Transformers ya da Speed Racer gibi yorucu, bir yerden sonra da zehirleyici görselliğe sahip değildir. Bunun yerine tıpkı Kurtuluş Günü, Yarından Sonra(hatta The Patriot ve Universal Soldier bile)gibi işlerinde interaktif eğlencenin dibine vurur. M.Ö. 10.000’in katlanamadığım kısmı ise bu saydığım vasıfların eksikliği değil başka başka unsurların(örnekse hikayedeki aksiyonu başlatan çatışmanın başlangıç noktası)yanlış yapılandırılması olmuştur. 2012 ise Emmerich’in bana dönüp “Merak etme,sen iste ben öyle işlerin de ağababasını çekerim” dediği film olarak kalacak aklımda. Proje kağıt üzerinde ilgi çekici, kafada az çok şekillendiğinde de çok görkemli gözükebilir. Fakat peliküle aktarılan kısım teoriyi başarılı ve izlenebilir kılmaktan çok uzak. Görsel efektlerin en bol olduğu filmi olabilir lakin bana göre yazılan çizilenin aksine filmografisinin en kötü görsel efektlerine ve en kötü görüntü kalitesine sahip filmi olduğunu düşünüyorum yönetmenin. Özellikle arka planda Yellowstone infilakı yaşanırken John Cusack’ın havalanmak üzere olan bir uçağın peşinden koşturduğu sahne görmelere seza.(Himalayalar’ın dalgalar altında kaldığı sekansa laf yok.) Filme görsel efektler yön verecek,hikaye de buna müsait tamam da bu kadar klişe de fazla. Gamsızlığı yüzünden eşinden boşanan,çocuklarının kalbini eski eşinin yeni kocasına kaptırmak üzere olan bir kahramanın yaşanan olayları lehine çevirip kahramanlaştığı, finalde canını ortaya koyup, tehlikenin içinden alnının akıyla çıktığı, bu sayede aileyi yeniden bir araya getirdiği yüzlerce film izledikten sonra 2012 katlanılır olmaktan çıkıyor. Sözlerimi Emmerich’in iki cümlesini çürüterek sonlandırmak istiyorum. Emmerich diyor ki:”2012’de şüphesiz diğer filmlerimdekilere nazaran çok daha fazla görsel efekt var, ama dürüst olmak gerekirse öncelikle karakterler ve öyküyle ilgileniyorum”. Yukarıda iddia ettiğim hususları bu savı çürütmeye yeterli görüyorum, biraz daha konuşmaya gerek yok .İkinci vecizeye kulak verelim:”Bütün filmlerimin felsefi bir yönü vardır”. Öncülleri bir kenara koyup, 2012özelinde felsefi bir yön arayıp, epey de kanırttığım vakit imtihan olgusu çıktı karşıma. İki tane hem de. Birincisi Emmerich’in kendi sinemasıyla imtihanı(Dünya’nın sonunu getirdi bu saatten sonra üstüne ne çekebilir diye düşünüyorum, ama belki aynı olayları metafor olarak kullanıp, zamanı da milattan önceye çekebilir.) Diğeri de genel olarak sinemanın kendi kendisiyle imtihanı. Ama afişte yazıyordu “Bizi uyarmışlardı” diye. Doğru hiç değilse filmin fragmanını sürmüşlerdi piyasaya.

KURTLAR VADİSİ GLADİO:Filmin teknik yönden en temel sorunu; sinema filmi olma kimliğinden bihaber olup, televizyon dizisinin pilot bölümlerinden birini teşkil eden hikayeyi büyük ekrana dizi mantığından kurtulmadan yansıtmaya çalışması. Aksiyon sekansları kıt ve sahnelerin görücüye çıktığı zaman dilimi çok kötü hesaplanmış, mahkeme sahneleri sürükleyicilikten uzak, diyaloglar kulak tırmalayıcı, karşılıklı konuşmalar dramatik yapıdan yoksun. Musa Uzunlar’ın oyununu beğenirim. Yalnızca İskender Büyük karakteri çatısı altında değil, oyunculuk kariyerini göz önünde bulundurarak söylüyorum bunu. Gladio’da,Uzunlar’ın performansı beni memnun etti. Diğer performansların yanında filme katlanmamı sağladı demek daha doğru olur aslına bakarsanız. Ancak benim açımdan tahammül edilemez bir şey daha var. Pana Film’in hemen her işinde beni rahatsız eden bir şey bu. O da filmlerinin-dizilerinin aşırı derecede kendine güvenmesi. Bu güvenin kaynağı da söylenilmeyenleri söyleme, görünmeyenleri açık etme, bilinmeyenleri teker teker açıklama iddiası. Örnekse Gladio’da; Özal suikastı, Cem Ersever’in katli, 27 Nisan Muhtırası hiç bilinmeyen,üzerine bir satır bile yazılıp çizilmemiş, sanki gazetede haber olarak bile yayımlanmamış olaylar gibi gösteriliyor. Filmin ortaya koyduğu cevaplar/gerçekler ise gündemi biraz olsun takip eden, az çok okuyan her insanın fikir sahibi olduğu olaylar. Pana Film’in hedef kitlesini neye göre oluşturduğunu tahmin etmek zor, toplumun yüzde doksanını kör cahil olarak kafasında canlandırması rahatsız edici. Bu kadar karanlık ilişkilerden, komplike organizasyonlardan-politikalardan bahsediyorlar da düşünemiyorlar mı ki, bu işler bu kadar basite indirgenemeyecek olgularsa onlar istemeden ne bu senaryolar yazılabilir, ne bu film gösterime girebilir. Tamam araştırmacı gazeteciliğe, ya da salt araştırmacı kimliklere saygım sonsuz ama biri de çıkıp bu işlerin bu kadar hafife alınmayacak derinlikte olaylar olduğunu söylemeli. Sonuç olarak; komplo teorilerini bir kenara koyup, ilk on beş dakikada bir bir harcanan aksiyon sahnelerini filmin gelişme ve sonuç bölümlerine ara ara serpiştirip, karakterleri çok elzem olmadıkça konuşturmayıp, sadece yalnız bırakılmış bir ajanın özgürlük mücadelesi gibi klişe bir konudan hareketle yola çıksa iyi değil belki ama izlenilebilir bir film çıkabilirmiş ortaya. Pana Film’in şu andaki politikasından türeyen filmler üzerine tartışılabilecek bir şeyler bulmak çok zor. Pana Film yöneticileri; aksiyon ve macera kavramının bazukayla havaya uçurulan arabalardan, infilak eden binalardan, bir iki küçük çatışma sahnesinden, yakın dövüş ve kırılan kemiklerden ibaret olmadığını anladığı ve işin gerekli gereksiz her yerine Doğu kültüründen esintiler enjekte etmek zorunluluğunda olmadığının bilincine vardığında konuşacak bir şeylerimiz olur belki.

ABİMM:Şafak Bal’ın ilk uzun metrajı giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin her birine bir başka janra ait özellikler katmaya çalışıyor .Macera filmi gibi başlıyor, sonra komedi oluyor sonra bir ara dram türüne kayıyor. Sonra tekrar komedide karar kılıyor. Devamında Very Bad Thingsvari bir manevrayla kara mizaha yelken açıyor. Epeyce devam ettikten sonra da bayat bir melodram tadında finali getiriyor. Ama bunun filme en ufak şekilde olumlu bir etkisi yok. Bulunmadığı gibi gereksiz uzun ve görüntü yönetmenliği,müzik kullanımı, çok kötü olmasa da belirli bir düzeyde seyretmeyi başaramayan oyunculuklar perdenin hakkını veremiyor. Türk Sineması’nı uzun vadede canlandırdığı varsayılan işlerin geneli üzerine düşünürsek, Abimm’i de en taze örnek olarak kullanırsak çalakalem yazılan senaryoların, yalnızca beyaz camda nasıl görüneceği hesaplanmış yönetmenliğin ve planlar topluluğun eleştirilecek başat hususlar olarak tekrar tekrar karşımıza geleceğini tahmin etmek güç değil.

Mail:ahmetcanyldz@yahoo.com