Yıl 1997, Nisan ayının sonlarındayız. Bingöl ile Diyarbakır arasında Sağgöze denen yerde uzun süreli yeni bir görevdeyiz.
Gece yarısından beri Heli Çayı vadisine sızmaktan ve gün boyu devam eden çatışmadan yorgun ve bitkin düşen birliklerin üzerine sessizlik ve karanlık çökmeye başlamıştı bile.
Zayiatımız yok diye biraz keyif içerisinde hayale dalmış iken yakınında olduğum birliğin birden hareketlendiğini hissettim.
Telsizle birlik Komutanı’na sorduğumda, yaralı bir teröristi tespit ettiklerini söyledi.
Sakinleşen havanın yerini, birden yeni bir heyecan daha kaplamıştı. Yaralı da olsa son ana kadar bizimle çatışan ve kaçan bir teröriste daha rastlamışlardı, halen de silahlı idi. Çatışmada ölen teröristler gibi o da ölebilirdi. Günün onca heyecanına ve kinine rağmen hiçbir askerim çaresiz kalan teröriste dokunmamış ve onu tahrik etmemişti.
Mukavemet etmiyorsa, silahını alın, yarasını sarıp kanını durdurun dedim. Belki bazı bilgiler elde ederim diye, sırt hattı üzerinden yaralı teröristi bana doğru getirmelerini ve benim de onlara doğru yaklaşacağımı söyledim.
Kısa bir süre sonra gecenin içerisinde bir yığın karanlık insan sanki bir çuval yükle bana doğru yaklaşıyorlardı. İki asker parkası sedye yapıp içerisine koyabildikleri teröristi ancak bir külçe gibi karşıma getirebilmişlerdi.
Yarası ağırdı ve umutsuzluğu yüzünden okunuyordu. Zifiri karanlığa rağmen, o an canı ve acısı ile uğraştığı hem iniltisinden hem de zoraki sezdiğim gözlerinden belli oluyordu.
İlk ve son sorum, yakınımızda başka terörist var mı oldu. İnilti ile karışık yok diyebildi. Adı Salih, kod adı ise Hacı idi.
Böyle bir durumda canı ile uğraşan birine terörist bile olsa bir şey sormayı düşünmüyor ve artık onun yaşam mücadelesine destek olmayı istiyordum. Terörist idi, son ana kadar bizi öldürmeye çalışmıştı ama artık bizim elerimizde çaresiz bir bedendi ve benim de hemen yanı başımdaydı.
Bir teröriste karşı çelişkiler yaşıyordum ama bir yandan da, eğer yalnızlığa bırakır ve kaderine terk edersem, Allah’ın dağında acısını paylaşacak ve ona ölüm anında destek verecek başka kim var diye düşünüyordum.
Doktor yakınımızda idi çağırmalarını söyledim. Bir cesaretle askerlerime belli etmeden onun kanlı elini aramaya ve tutmaya çalıştım. Gözlerine baktım. Karanlıkta olsa birbirimizi seziyorduk. Uzattığım elimi, kan ve terle karışmış bir elin parmak uçları ile ve ürkekçe kavradığını hissettim.
Mataramı çıkarıp dudaklarını ıslatınca ve yavaşça su içirince o cansız haline rağmen elimi biraz daha sıkıca kavramaya ve titreyen vücudu da sakinleşmeye başlamıştı. Bense karanlıktan da istifade ederek askerlerim görmeden doya doya ağlıyordum. Ölüme giden son anları bir teröristle beraber yaşıyorduk.
Doktor yanımıza vardığında bile elimi bırakmamıştı. Adım gibi eminim, o an için Salih’de terörist olduğunu unutmuştu. Sabah gün ağardığında helikopterle Diyarbakır’a hastaneye gönderirken can çekişen ve ölüme koşan yarı açık gözleri ile gülümsercesine bana bakıyordu.
Yıl 2008, 2Temmuz Çarşamba .
Yer,Trakya Üniversitesi Hastahanesi.Ergenekon zanlısı ve Tekirdağ F Tipi tutuklusu altmış yaşındaki iş adamı Kuddisi OKKIR bir deri bir kemik kalmış vaziyette,başucunda ağlayan eşi ile ölüm döşeğinde.
Tıpkı Nazi kamplarında yakılmaya ,ya da Afrika’da açlıktan ölmeye mahkum edilmişler gibi bir çift göz ve bir iskelet olarak kalmış zavallı bir insan görüntüsü .
İnsanlık tarihi yazılmış ülkemde , Nazi duyarsızlığını andıran bir görüntü. Olayın mağduru ve de kahramanı Kuddisi OKKIR ve eşi,diğer oyuncuları ise bu ülkenin tüm insanları.
Devlet bu adamı,bir yıl önce ERGENEKON zanlısı olarak tutuklamış.Bir suç işlemediğini iddia eden bu onurlu insan ise kendini anlatamamanın ve anlaşılamamanın küskünlüğü ile sonuçta canına kahretmiş ve herkesin gözleri önünde ölümü tercih etmiş.
Zanlı durumda olan bir yurttaşımızın,kişisel hak ve özgürlükleri çiğnenerek bir sene içerisinde bu duruma sokulmasından utanç duyuyorum.
Onu bu duruma soktuktan sonra,sorumluluğu üzerinden atarcasına tahliye edilmesine ve tamamen çaresiz bırakılmasına ise daha büyük bir sorumsuzluk diyorum ve insanlık adına kahrediyorum.
Altmış yaşındaki bir insanı terörist zanlısını ilan edip ölüm çizgisine getirdiğimiz,karşılıklı güven ve saygıyı yitirdiğimiz, insanlığı bitirdiğimiz bu sorumsuz ve duyarsız noktada başta Cumhurbaşkanı olmak üzere DEVLET ve onun tüm yetkilileri adına ağlıyorum .
Ve bu ülkede yaşayan insani değerlere sahip olan tüm vatandaşlarımızı, Kazakistan’a yeni bir yurt dışı gezisine giden Cumhurbaşkanı dahil tüm yetkililerimizi bir an için insanlık adına düşünmeye ve ciddi olmaya davet ediyorum.
‘’1997 yılında Sağgöze’de yaralı ele geçen terörist Salih ve onu dağda silahlı çatışma ortamında bile ölümden kurtarma yaklaşımı ile , bugün 2008 yılında altmış yaşında terörist zanlısı duruma sokulan Kuddusi ve onu barış ortamında ovada ölüme iten yaklaşımı Türkiye Cumhuriyeti ve onun vatandaşları adına mukayese etmeye ve ne yaptığımızı düşünmeye davet ediyorum .’’
Yurt dışı gezilerin,köşklerin ve saltanat sürmenin, insan hak ve özgürlüklerinden daha kıymetli ve öncelikli bir konu olduğu bu ülkede,sorumsuzluk ve duyarsızlık böyle devam ederse sanırım nice Kuddusi’ler önce suskunlaştırılacak ve daha sonra Devlet sessizliği ile ölüme terk edilecektir .
NOT : Bu yazıyı Devlet’i yıpratma kapsamına sokmak isteyebileceklere şunu hatırlatırım .Devleti esas yıpratan konu, vatandaşını ölüm noktasına getiren bu olaya karşı gösterilen,sorumsuz ve duyarsız yaklaşımdır.
Bir sevgiliye serzenişte bulunan yaklaşımla,içimizi döktüğümüz bu yazı,her şeyden yüce tuttuğumuz Devlet’e olan sadakatimiz nedeni ile Devlet adına sorumsuz davranan ve onu yıpratanlara karşı duyduğumuz tepkinin açık bir ifadesidir.
Yıpratma sorunu,esasen kendisi Devlet olup da Devlete sadakat göstermeyenlerin gocunduğu bir saptırmadır.