Hüseyin Bağcı Türk tarihine bakarak Türkiye’nin Lübnan’a asker gönderme konusunda yaşadığı ikilemin tarihsel köklerini bulmuştur: söylemek istediği eğer Türkiye dışarıda kalırsa yeni oyuncular Orta Doğu’da kendilerini gösteririler.
Hükümetin Lübnan’a asker gönderme kararının Meclisten yarın onay alacağı neredeyse kesindir.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in hükümet ile olan temel ayrılıkları hala aynıdır ancak hükümet şu anda siyasi yelpazenin değişik kesimlerinden aldığı doğrudan destek nedeniyle daha güçlüdür.
Evet, hala BM şemsiyesi altında Lübnan’a asker gönderilmesine karşı olanlar vardır ancak geçen haftaki bütün tartışmalarda hükümetin kararının kamuoyu tarafından daha yaygın bir şekilde kabul gördüğü görülmektedir.
Ulusa seslenişinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tam anlamıyla ikna edici değildi Söylemi, hükümetin kararına karşı çıkanlara karşı bir parça saldırgandı. Ancak ana fikir Türkiye’nin Orta Doğu’da olması gerektiğine yönelik kilit bir mesajdı ve amacına ulaşmıştır. Muhalefet partileri Lübnan’a asker gönderilmesine karşıdır ancak argümanları kamuoyunu ikna edememektedir. Şu anki izlenim eğer hükümette olsalar muhalefetin de aynı yönde hareket edeceği yönündedir. Eleştirilerin amacı AKP hükümetini zayıflatmaktır çünkü hükümetin iktisadi politikalarını eleştirememektedirler. Aslında AKP hükümeti bu kararla uzun dönemde daha fazla puan kazanacaktır ve Türk siyasetindeki akil adamlar şu anda hükümeti desteklemektedir bu, 1 Mart 2003’ten önceki duruma tamamen zıttır.
Erdoğan partisini kontrol edebileceğini ve Lübnan’a asker göndermenin sadece dünya tarafından beklenen bir karar olmadığını aynı zamanda iktidarda kaldığı 4 yıl boyunca sürdürdüğü Orta Doğu’ya yönelik pro-aktif politikanın bir zorunluluğu olduğunu bilmektedir. Bu kararı ne çok abartmalı ne de çok küçümsemeliyiz. Ancak daha da önemlisi Erdoğan ne istediğini kesinlikle bilmektedir ve hiç şüphesiz Türk tarihinde mükemmel bir liderlik örneği göstermektedir.
İlk olarak Türkiye doğal olarak bölge tarihinin bir parçasıdır. Türkiye sadece Cumhuriyetin ilk 20 yılında 1923-1945 yılları arasında bölgeye ilgisiz kalmıştır. Hem MUSTAFA KEMAL ATATÜRK hem de İSMET İNÖNÜ bölge meselelerinden uzak durmuşlardır çünkü modern Türkiye’nin kurucularıdırlar ve Fransa ve İngiltere gibi Avrupalı devletlerin bölgede hakim durumda olduklarının farkındaydılar. Ancak 1930’lardaki Meclis tutanakları CHP’nin kaybedilen Osmanlı topraklarına dönme hevesini göstermektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni-Osmanlıcılar vardı. 2. Dünya Savaşından sonra Türkiye Birleşmiş Milletlerin (BM) kurucularından biri oldu. Türkiye İsmet İnönü Cumhurbaşkanı iken 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu. 1950’ler boyunca Türkiye Soğuk Savaş koşulları içinde Orta Doğu’da büyük ağabeylik rolü oynamak istedi: Batı Bloğunun tarafında yer aldı ve Kore’deki BM operasyonuna destek için 29000 asker gönderdi. Türkler her zaman BM kararlarını desteklemişlerdir ve bugüne kadar Türkiye BM operasyonlarında 700’den fazla askerini kaybetmiştir. Hatta bugün Kore sendromu hala devam etmektedir ancak sonuçta Türkiye NATO’ya katılmıştır ve Güney Koreliler hala Türklerin komünist Kuzey Kore’ye karşı özgürlük mücadelelerine yaptığı katkıyı hatırlamaktadırlar.
Bağdat Paktı’nın 1955’te kuruluşu Türkiye’nin Orta Doğu politikasında gerçek bir ilerlemedir. Lübnan, dönemin başbakanı Adnan Menderes tarafından ziyaret edilen ilk ülkedir. O dönemde Sovyetler Birliği tarafından desteklenen Arap Milliyetçiliği Türkiye için en büyük sorundu. 1960 ve 1970’lerde Türkiye’nin Orta Doğu politikası İslam Konferansı Örgütü toplantılarına katılmaya başlaması ile daha çok ivme kazandı. Soğuk Savaş Türkiye’yi bir kez daha ABD’nin yanında yer almaya zorladı ve Lübnan kadar İsrail-Arap anlaşmazlığı için de yıkıcı olan Lübnan’da 1970’lerde yaşanan iç savaş diğer bir boyuttur. Lübnan’daki iç savaşın başlamasından sadece birkaç yıl sonra Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat İsrail Başbakanı Maneham Begin ile 1978’de Camp David’de ABD Başkanı Jimmy Carter’in gözetiminde barış anlaşması imzaladı. Sedat bu siyasi hareketinin bedelini canı ile ödedi, 1981’de bir suikasta kurban gitti. Türkiye aynı zamanda Filistinlileri de güçlü bir şekilde desteklemektedir ve 1979’dan beri Filistin Kurtuluş Örgütü temsilciliği büyükelçilik seviyesinde Türkiye’de bulunmaktadır.
Aslında Turgut Özal ile birlikte Türkiye’nin Orta Doğu meselelerine dahil olması iktisadi boyut ile başlamıştır. 1980 ve 1990larda Türkiye Orta Doğu’yu iktisadi bir alan olarak keşfetmiştir ve Türkler ilk kez 1980’lerin ortalarında Arap turistlerle tanışmışlardır. PKK terörünün ortaya çıkmasıyla Türkiye’nin Orta Doğu’ya yakınlığı siyasi bir soruna dönüştü. Lübnan’daki Bekaa Vadisi ve Suriye’deki PKK kampları Arap ülkeleri ile ilgili çok olumsuz imajlar yarattı. Ancak bugün Suriye, İran ve diğer bazı Arap ülkeleri ile birlikte Türkiye’nin en iyi dostlarından biridir.
Lübnan birçok Türk tarafından kötülük kaynağı olarak görülmektedir çünkü Türkiye’deki Solcu teröristler Türkiye 1970’lerde neredeyse bir iç savaş durumu yaşarken Lübnan’da eğitilmişlerdir. Daha sonra PKK kurucusu Öcalan orada yaşamıştır ve Türkiye’deki birçok solcu gazeteci ve siyasetçi orayı ziyaret etmiştir. Lübnan’ın imajı çok kötüdür çünkü Lübnan Meclisi Lübnan’ın çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen sözde Ermeni soykırımını tanımıştır.
Şu anda AKP hükümeti Orta Doğu’ya yönelik aktif politikasını sürdürmektedir ve Lübnan kilit bir iktisadi ülke olarak önemlidir. İsrail’in ülkenin büyük bir kısmına zarar verdiği siyasi bir gerçektir ve BM birlikleri oralara yerleştirilecektir. Türkiye kendi adına bir dış oyuncu olamaz. Bir gerçek var ki AB de buna dahil olmaktadır. Sonuçta bizim orada yer almamızın Türkiye-AB ilişkileri üzerinde etkisi olacaktır. Orta Doğu konusunda Soğuk Savaş’ın klasik aktörleri olan ABD ve Rusya’nın yerini almaktadır ve siyasi güç boşluğu AB tarafından doldurulacaktır. Bu, Türkiye için iyi midir? Cevap evettir. Gerçek şu ki 1950lerde beri yeni oyuncular ortaya çıkmıştır ancak Türkiye her zaman siyasi hesapların içindedir. Erdoğan, sadece Orta Doğu’daki geleneksel Türk varlığını BM şemsiyesi altında sürdürmektedir.
BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın bu haftaki Türkiye ziyareti Türkiye’nin Orta Doğu’daki varlığının teyididir. Daimi bir barışın olup olamayacağı cevaplanmamış bir sorudur. Ancak eğer Türkiye BM’nin bu çağrısını izlemezse o zaman bunun ülke için olumsuz sonuçları olur. Bütün kötü senaryoları değerlendirdikten sonra sonuçta Türkiye, bu siyasi, kültürel ve dini dünyanın bir parçası olup olmayacağı konusunda karar vermelidir. Orta Doğu’nun geleceği çok parlak olmayabilir ancak Türkiye olmadan daha da sorunlu olacaktır.
Türkiye’nin, BM’nin kurucu üyelerinden biri olarak örgütün saygınlığının düzeltilmesi konusunda bir sorumluluğu vardır. Masada olmazsan o zaman çatışma sonrası formülde söz hakkın olmaz. Birçok risk olmasına rağmen Türkiye Orta Doğu masasında oturmalıdır. Eski başbakanlardan Adnan Menderes bunu 1950’lerin başında Kore’ye asker gönderme kararını verdiğinde formüle etmişti. Erdoğan da benzer bir durumla karşı karşıyadır. Ancak bu aynı zamanda partisi için de gerçek bir lider olup olmadığını gösterecek iç siyasete yönelik bir karardır. AKP üyeleri yarın liderleri ile birlikte olup olmadıklarını göstereceklerdir. Herhangi bir başarısızlığın hem parti hem de ülke üzerinde etkileri olabilir. Herkes için zor bir tercih. Olumlu karar verseler de olumsuz karar verseler de lanetli bir karar olacaktır. Bu, hükümet ve Meclisin ikilemidir.