İlk yedisini memleket farklılığı dolayısıyla basından takip edebildiğim Filmekimi’nin 23 filme ev sahipliği yapan sekizincisine, seçkinin 14 filmini izlemek suretiyle katıldım. Birazdan filmler hakkında kısa kısa bir şeyler söylemeye çalışacağım fakat bundan bağımsız olarak bu yılki sonbahar film haftası için genel bir çerçeve oluşturursak (izleyemediğim 9 filmi tenzih ederek) bu yılki seçkinin üzerimde ufak çapta bir hayal kırıklığının biraz daha ötesinde bir etki bıraktığını söyleyebilirim rahatlıkla. Rahatlıkla diyebiliyorum çünkü salonu kafamda soru işaretleriyle terk ettiğim, konuyu-temayı bir kenara bırakıp alt metinlere gömüldüğüm, hikayeyi bir kenara koyup yalnızca görüntüden cevap bulmaya çalıştığım herhangi bir iş hatırlayamıyorum. Onun yerine aynı rahatlıkla tematik anlamda birbirinden bağımsız ancak senaryo matematiği açısından benzeşen (belli bir rutine oturtulmuş, ortaya çıkan sürprizleri bile bu rutinin bir köşesine serpiştiriveren) filmlerin oluşturduğu bir seçki tanımlaması yapabiliyorum. Kabul, her film gerek janrının gerekse işlediği temanın koşulları bakımından yukarıda saydığım özelliklere sahip olmayabilir, farklı tarzlarda bu şekilde kotarılmış bir çok iyi film de var lakin bazısında klasik hikaye anlatımının basmakalıplıkla karıştırıldığı bazısında hafifliğin dozunun kaçırıldığı bazısında ise ciddiyetin bir yerden sonra seyircinin üstüne bir karabasan misali çöktüğü bu yılki seçki filmlerinin bir çoğunu bu kontenjana dahil etmek pek olası görünmüyor gözüme. Genel görünüşü bu şekilde özetledikten sonra sanıyorum filmler üzerine iki çift laf etme zamanı gelmiştir. İşte sekizinci Filmekimi’nde görebildiğim 14 film:
İSPİYONCU:Hikaye iskeletini, döneminde ses getirmiş gerçek olaylardan hareketle oluşturan eserler örnekse yazın alanında çok başarılı olabilirler. Çünkü yazar kitabın geneline hakim olmak zorunda olan o kesif gerçeklik duygusunun yanına ufak üslup dokunuşlarıyla kendi edebiyat anlayışını aşılayarak hem kendi kitlesini memnun eder, hem de klasik okuyucu zihninde bir nebze yer etmeyi başarır. Ancak gelin görün ki aynı taktik sinemada çok ta işe yaramıyor. Soderbergh’in Kurt Eichenwald’ın aynı adlı romanından uyarladığı kara komedi İspiyoncu bunun hatırı sayılır bir örneği olarak kabul gördü bende. Çünkü iki saatlik filmin içinde Soderbergh’in bir yönetmen olarak iş başına geldiği zaman dilimi yok denecek kadar az. Filmin hikaye anlatım tekniği senaryo üzerinde eminim göze çok hoş geliyordur ama perdede; hiçbir anında suya sabuna dokunmayan, monoton, bir yerden sonra sırtını yalnızca baş karakterinin durum komedisine dayanan bir filmin pekte hoş görünmediği söylenebilir.
AY:Ay’a göre ne Kubrick 2001’i çekmiş, ne de Tarkovsky Solaris’i. Gerçi filmin Alien, Blade Runner gibi filmlere ithafen yapıldığı söyleniyor ama kendine bu kadar güvenen bir sinema diliyle nasıl bir ithaf filmi yapılabileceği düşünülmüş o bütün filmden bile daha merak uyandırıcı bir husus. Ay olsa olsa Danny Boyle’un Gün Işığı başarısızlığına saygı duruşunda bulunan bir hayal kırıklığı olarak isimlendirilebilir.
GEL PORNO ÇEVİRELİM:Seçkinin su götürmez en eğlenceli filmi. Film, kendini izlettirebilmek, komik olabilmek için örnekse American Pie tarzında yapılandırılabilecek hiçbir sömürü öğesine yer vermeden kendini rahatlıkla izlettiriyor. Tek problem filmin nihai merak konusunu aydınlatmak üzere ilerlediği finalde, karakterlerin birdenbire birbirlerini yeteri kadar tanımadığını, gizledikleri bir çok can alıcı sırları olduğunu ama her şeye rağmen birbirleriyle olmaktan taşıdıkları mutluluğu anlatmaya çalışırken ortaya konulan gereksiz gevezelik.
HAYATA ÇALIM AT:Ken Loach’ın filmi; birey, aile, iletişimsizlik ve bunun birey dolayısıyla aile kavramına vurduğu darbeler, yalnızlık, yalnızlığın getirdiği depresiflik, geçmişte yapılan hataların bugüne ödettiği ağır külfetler, pişmanlıklar ve bunun sonucunda sığınılan hayal/gerçek bir rol model üzerinde ilerleyen bir film olarak kabul görmeye çalışıyor olsa da benim üzerimde, etkisini yıllar önce kaybetmiş, mizahi yönden demode, eski usul bir melodram etkisinden başka hiçbir iz bırakmadı.
KAPİTALİZM:BİR AŞK HİKAYESİ:Michael Moore’un son belgeselini geçmişteki üç işini de hesaba katarak değerlendirirsem eğer şovmenliğinin en çok ön plana çıktığı filmi olarak tanımlayabilirim. Öyle ki finalde seyircinin kafasında, filmin yer yer gerçek görüntü kayıtlarından (özellikle filmin başında yer alan) yer yerde aklı başında yapılan röportajlardan güç alarak anlatmaya çalıştığı kapitalizm olgusunun ve bu olgunun günümüzde yalnızca yıkıcı bir güce dönüştüğü mesajının yerine; Moore’un batık bankaların çevresini suç mahalli şeridiyle çevirip, elindeki megafonla içeridekilerin teslim olmasını istemesi ve elindeki boş torbaya Amerikan halkının parasını geri koymaya çalışması daha fazla yer ediniyor.
DÖNÜŞÜM:Seçkinin en zayıf filmi. Merak uyandırıcı bir 15 dakikanın ardından film; tanıdık, bildik, en kötüsü de bir izlenmişlik hissi uyandıran sularda seyretmeye başlıyor. Filmin en büyük kozları olan Sophie Marceau ve Monica Bellucci öykü için “güzelliklerinin” haricinde var olan oyunculuk yeteneklerini gereğince göstermiyor. Bunun eksikliğinin çekildiği en büyük nokta filmin ismiyle bağdaştırılan nihai dönüşümün başladığı sekanslar. Psikolojik gerilim olma iddiası taşıyan bir filmin en etkileyici, en ürpertici kısımlarını teşkil etmesi gereken bu bölümler tam anlamıyla gülünç planlar topluluğundan başka bir şey olamıyor. Ne Marceau ne de Bellucci filmin başından sonuna kadar üzerlerindeki şaşkınlık hissinden bir türlü kurtulamıyorlar. Son olarak film, Shyamalan’dan miras bir finali Saw benzeri bir haşinlikle işlemeyi tercih ederek de finalde toparlanmayıp, dört başı mamur bir başarısızlık olarak tarihe geçmeyi yeğliyor.
AŞKIM:Frears’ın filminin en büyük sorunu her yıl yüzlerce örneğini izlediğimiz tarzda bir hikayeyi alabildiğince iddialı bir sinema diliyle anlatması. Çünkü doksan dakikalık bir televizyon filmi mantığında yazılmış senaryoya bu tonda bir yönetmenlik iki üç boy büyük geliyor. Destansı bir aşk hikayesi anlatmadığının farkında olsaymış eğer sürükleyici bir iş olabilirmiş Aşkım.
PARLAK YILDIZ:Aşkım’ın sözde destansılığından şikayet ediyordum, Parlak Yıldız’da ise bunun tam tersi bir durum can sıkıcı bir mahiyette tezahür ediyor. İlgi çekici ve doğurganlığından şüphe duyulmayacak bir aşk hikayesinin bu denli kısır ve donuk bir sinema anlayışıyla anlatılmasına halen bir akıl sır erdirebilmiş değilim. Jane Campion gibi reformist ya da daha ufak bir iltifatla cesur bir yönetmenin mizansen denilen kavramdan yoksun, bitmek bilmeyen bir şiiri andıran (oysa hikaye gereği dinlemeye doyum olmayan bir şiir olması gerekiyordu) bu işini her yönetmenin kariyerinde olabilecek o kaza kurşunu kategorisinde değerlendirmek ileri dönük yanlış bir tahmin olmaz umarım.
KİM KİMİNLE NEREDE:Woody Allen’ın, bir sinema filminden çok iki-üç bölüm bir arada sunulmuş bir sit-com izlenimi uyandıran Kim Kiminle Nerede’si çoğunluğun aksine beni tatminkar derecede eğlendirmedi. Alabildiğine şeffaf sinema dilinin, kamera önünden sinemadaki seyirciyle muhabbet eden baş karakterin, en fanatik ateistlerin bile ağzını açık bırakacak repliklerin eğlendirici unsurlar olarak kabul gördüğü, karakterlerin tekinin bile inandırıcılıktan nasibini almadığı filme “zaten amaç da bu işte” şekliyle yaklaşmakta mümkünmüş çevreden edindiğim izlenime göre. Oldu olacak bir de kahkaha efektleri monte edilseymiş filme herhalde film son yılların en zekice yazılmış, özgün komedi işi olarak aklında kalacakmış bu kitlenin.
BEYAZ BANT:Haneke’nin Altın Palmiyeli filmi Beyaz Bant seçkinin en büyük hayal kırıklığını teşkil etti benim için. Çünkü Haneke’nin filme yedirdiği kasvet ve nedendir bilinmez siyah-beyaz inşa edilmiş görsellik hiçbir zaman lezzetli bir sinema örneği ortaya çıkarmıyor, çıkarmadığı gibi nitelikli bir filmden çok yaklaşık iki buçuk saatlik, son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir klasisizmle beslenen tiyatro metinlerini andırıyor. Karakterlerin senaryonun gidişatı açısından herhangi bir vasfı yok, belli anlarda arttırılan gerilimin finalde resmen kökü kurutuluyor. Funny Games, Cache gibi işlerin yaratıcısının, hak ettiği tek sıfat sıkıcı (boğucu) olan bir film yazıp yönetmesi ve bununla prestijli bir ödüle uzanması epey düşündürücü kanımca.
9:Kotardığı her işte ilgimi çekecek bir şeyler barındıran Tim Burton ile Wanted dahil hiçbir işinden hazzetmediğim Timur Bekmambetov’un ortak yapımcılığında gerçekleştirilen steampunk tarzındaki 9 bu yılki seçkinin tek animasyon filmi. 9, Matrix serisinin dirilttiği makine-insan savaşı olgusuna yeni bir boyut getirmeye çalışıyor. Ancak film eksik yapılandırılmış olay örgüsüyle ve kısacık süresiyle bu çalışmanın altından kalkamıyor. İş bu haliyle, uzun metraj bir animasyon filminden çok asıl filmden önce, karakter tanıtımı mahiyetinde gösterebilecek bir pilot filme benziyor. Üstelik, Matrix üçlemesindeki soru işaretlerine cevap bulmak amacıyla çekilen Animatrix kadar cesur olabilen bir çalışma da değil.
POLYTECHNIQUE:Oturtulan realist sinema dilinin, bilinçli bir tercihle üçe parçalanan olay örgüsü yüzünden tatminkar bir sonuca ulaşamadığı bir film Polytechnique. Yani film yalnızca okulda gerçekleştirilen katliama ya da buradan sağ kurtulan ama hayatına kaldığı yerden devam etmenin öyle kolay olmayacağını geç anlayan karakterlerin günlük yaşantısına odaklansa (çünkü şu haliyle oldukça dağınık) hedefine zorlanmadan varacakmış gibi görünen bir sinema tablosu çiziyor. Okulda geçen kısımda görüntü yönetmenliği, ses kurgusu gibi teknik özellikler üst düzeyde seyrederken, filmin siyah-beyaz çekilmesi, kanın gösterilmesini engelleyerek filmi akıllıca bir hamleyle ajitasyon sularından kurtarmakla kalmayıp, filmin karakteristik iklimini (realist sinema anlayışını destekler nitelikte) daha soğuk ve daha da hissedilebilir kılıyor.
KAN ARZUSU:Park Chan-wook’un kimi zaman geveze kimi zamanda fazlaca sembolist filmi Kan Arzusu keskin mizah duygusundan keyif alırsanız eğer epey kalburüstü bir iş. Vampir mitini, aşkı, cinselliği ve hatta din olgusunu bile fütursuzca istismar eden film, bu yönüyle muhafazakar kesime açık bir dille savaş ilan ediyor. Gerçi finalde taraf değiştirerek eleştirdiği kesim tarafından cezalandırılmaya göz yumuyor, aynı şekilde son yarım saatte hangi janra ait bir film olduğunu kestiremeyip bocalıyor olsa da en başta da söylediğim gibi keskin mizah, salondan ayrılırken yüzlere hince bir gülümseme kondurmakla beraber belirli bir tatmin duygusunu da seyirciden esirgemiyor.
İNTİKAM PEŞİNDE:İntikam Peşinde’yi Filmekimi’nin son gününde son seansında izlemeden önce avantür bir aksiyon filminin esaslı bir kapanış için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyordum. İlk on beş dakika olağanca hafifliği ve uçukluğuyla bu savımı destekler nitelikteydi. Lakin arkadan gelen bir buçuk saatlik kendini beğenmiş klişe yumağı hevesimi kursağımda bırakmaya yetti de arttı bile.