Yazılı ve görsel basını takip edebildiğim kadarıyla Avatar daha gösterime girmeden, yapılan deneme gösterimleri göz önünde bulundurularak sinemayı yenileyen-sinemada devrim gerçekleştiren bir film(hatta bazı kaynaklarda bir filmden çok daha fazlası gibi ifadeler de kullanılıyordu)olarak lanse edildi, ön pazarlama evresine görüp görebileceği en şatafatlı reklam kampanyası eşlik etti. Bir filme devrim niteliği kazandıran öğeler sinemaseverden sinemasevere değişebilir ama Avatar özelinde bir araya gelinen nokta destansı görsellikti bildiğiniz üzere. Devrimi yalnızca bir sıfata yüklemenin doğru olmadığını düşünen, mahsulü topyekun olarak çözümledikten sonra devrim teşkil edip etmediğini tartışmanın daha akıllıca olduğunu iddia eden ben Avatar’ın görsel-işitsel/temasal-metinsel anlamda bir devrim olduğunu düşünmüyorum. Yenilikçi bir iş olduğunu da düşünmüyorum. Her şeyi bir kenara koyup üç saatlik üç boyutlu bir eğlence(zaten eğlence de bir buçuk maksimum iki saat tahammül edilebilir türden olduğu için üç saat boyunca eğlendim diyenlerin dürüstlüğü benim nazarımda pek de kuvvetli değil.)yaftasıyla da yaklaşmıyorum filme. Avatar bana göre James Cameron’ın yaklaşık on iki senelik bir aradan sonra kotardığı ilk film olması ve filmin türüne epeyce hakim olması suretiyle ilgimi cezbeden ancak vicdanım rahat şekilde filmografisinin en kötü işi olarak niteleyebileceğim, vasatı aşamayan bir film. Kuvvetle muhtemel 2009’un en son ve en büyük hayal kırıklığı.
Stanley Kubrick’in 2001’i bütünsel anlamda olduğu kadar görsel açıdan da bir devrimdi su götürmez biçimde. Keza George Lucas’ın hayal gücünün ürünü Star Wars(yakın tarihli yeni üçleme de dahil)da öyle.George Miller’in Mad Max serisi, yakın dönemden The Matrix ve devam filmleri de aynı şekilde. Çokça deşmeden yalnızca bu açıdan baktığımda bile Avatar’ın en büyük problemi hemen kendini gösteriyor. O da kuşkusuz,yukarıda verdiğim örneklerdeki tutarlı, güçlü, söylemek istediği bir cümle olan, yönetmene sanatını en iyi şekilde icra etmesi için şık paslar gönderen bir senaryodan yoksun olması. Yoksunluk var olan görsel zenginliği önemli ölçüde gölgeliyor çünkü aynı kofluktaki iki Transformers ve bir G.I.JOE seyrettikten sonra Avatar’ın görsel gücü pek de yenilikçi görünmüyor. Tüm görkemliliğine karşın Avatar bu filmlerin mevcut görsel materyallerinin üzerine(teknik yönden izlenilen yöntemlerin-sistemlerin isimleri değişmiş olabilir sadece)bir tuğla daha koyamıyor. Farklı olarak pastoral ve spiritüel eklentiler getiriyor sadece. Ha şunu da belirtmeden geçmemem gerek kendimi doğru bir şekilde ifade etmem için. Avatar’ın görselliğinin öncüllerinin bir yere getirip bıraktığı sularda seyretmesi filmin bir kusuru değil. Bir filmi görsel açıdan güçlü kılacak unsurlar onda bolca mevcut. Olup olabileceği de budur zaten. Derdim pazarlama taktiğiyle, daha önce şahit olmadığımız bir görsel dünya izleyeceğimizi zikreden iddialarla.
Avatar’a(olumsuz anlamda değil)beklentilerle gitmedim. Film başlamadan önce koltuğumda otururken içimde bir umut vardı sadece. O da Avatar hakkında yazdığım yazıya filmin derinliği sağlam alt metinlerinin ve kudretli deyişlerinin yön vermesi düşüncesinin yarattığı umuttu. Klasik eleştiri gramerinden uzak, düş ve fantezi üzerine etraflıca yazabileceğim eleştiri soslu bir deneme kaleme almanın hayali olarak da adlandırabilirim bu umudumu. Neyse film başladı,gözlükleri taktık. Sam Worthington’un canlandırdığı başkahraman Jack Sully’ın uyandığı sekansla başladı film. Öyle etkileyici bir plandı ki, koltuğuma gömülüp umudumu gerçeğe dönüştürmenin yüksek olasılığının verdiği heyecanla, yılın en iyi filmlerinden birini izleme olasılığının getirdiği hevesin birleşiminin uyandırdığı tarifsiz duyguyla takip etmeye başladım filmi. Lakin ilk yarım saat sonunda güzel bir rüyadan sarsılarak uyandırıldıktan sonra, kalan iki buçuk saatlik zaman diliminde filmin izleyeceği yolu deşifre etmiştim bile. Umudumu benden söküp alan, bahsetmek-yazıya dahil etmek bile istemediğim ama belirtmekten başka çaremin olmadığı sığ ve klişe bir yoldu bu. Aynı zamanda özgün bir sinema dili yaratamayan, seçici geçirgen bir yapı kuran bir filmdi bundan bağımsız olarak da. Örnekse ilk yarım saatin sonunda cilalı entelektüelliğin altında ezilen hikaye takip eden süreçte bu sözde entelektüellikten de vazgeçip, James Cameron’ın yönetmen koltuğunu büyük ihtimalle terk ettiği, birbirine yabancı türleri-kültürleri metafor alıp aşkın izafiliğini ve bu izafiliğin aşkı ham bir duyguyken pişirip spesifik bir olguya dönüştürmesi üzerinden matah bir hamle gerçekleştirdiğini düşünerek sömürgeci zihniyet eleştirisine soyunduğu bir oyun konsolüne dönüşmeyi tercih ediyordu.
Dildeki bu özgünlük probleminin kaynağı Cameron’ın filmografisine çok güvenmesinden kaynaklanıyor. Kendi nezdim de bu güveni haklı da buluyorum. Bana göre James Cameron filmografisinde kötü bir film(Piranha-2 ve True Lies dahil) yoktur.Ancak bu James Cameron’a kendi kendini(üstelik beceremeyerek) taklit etmesine esaslı bir neden teşkil etmez. Cameron Avatar’da basbayağı bir Aliens güzellemesi icra etmeye çalışıyor. Tek fark yaratıkların yerine daha insancıl bir uzaylı türü yerleştiriyor ve bu kez onların tarafını tutmamızı talep ediyor, haklılıklarını irdeleyici olaylarla haşır neşir olmamızı amaçlıyor. Aliens öncülü Alien’dan miras emperyalist-sömürgeci komünlere getirdiği eleştiri bir yana içerdiği/hakkını verdiği stilize aksiyondan dolayı gönlüme taht kurmuş bir filmdir. Birçok odak benimle aynı fikiri paylaşmaktan çekinse de Aliens’ı Ridley Scott’ın Alien’ı ile mukayese etmem,bundan kaçınırım. Scott’ın’ki görselleştirilebilecek en iyi en iyi klostrofobik planlara sahip, çok iyi çekilmiş bir durum/atmosfer filmiydi. Cameron’ın’ki işe aksiyon ve hareket katılırsa şayet, işin neye benzemesi gerektiğini gözler önüne seren bir heyecan fırtınasıydı. Bunu yazının konusundan bağımsız olarak şunun için söyledim. Aliens çok iyi bir filmdir, çok iyi bir Cameron filmidir lakin Alien külliyatının en iyi filmidir demek yanlış. Alien ile Aliens kıyas kabul edecek filmler değildir çünkü. (Alien ile David Fincher’ın Alien 3’ünü,Aliens’la da Jean-Pierre Jeunet’in Alien:Resurrection’nını karşılaştırmak daha akla uygun bir kıyas olur kanımca.) Konuya dönersek bu anti-özgünlük ve mevcut senaryoya hakim olamama durumu üzerine söylemek istediğim birkaç şey daha var. Avatar’ın söylemeye çalıştığı, ama hepsini aynı anda dillendirmeye çalıştığı için havada birer konuşma balonu olarak sabitlediği öğelerin tamamının doğru şekli Cameron filmlerinde ayrı ayrı mevcut. Sözde entelektüellikten bahsetmiştim. Cameron’ın bu tuzağa düşmediği film için Aliens’a bakın. Teknoloji üzerine kör/topal bir şeyler söylemeye çalışıyor, bu anlamda bazı siberpunk öğeler yerleştirmeye çalışıyor ya filmine(insanlar son model otomatik katliam silahlarıyla saldırırken yerliler okla ve doğanın insanlardan esirgediği güçlerle karşı koyuyorlar gibi)işin doğrusu için Abyss ve Terminatör-2:The Judgment Day’a ya da senaryosunu Cameron’ın kaleme aldığı Kathryn Bigelow’un peliküle aktardığı Strange Days’e bir göz atın. Filmin finaline doğru izlediğimiz insan-yabancı tür savaşını bir insanla doğru yolu seçtiğine inandırıldığımız eski insan-yeni yabancı tür şahsının savaşına çeken,mücadeleyi kişiselleştiren ama tabi ki yeterince içselleştiremediği için güme giden fikrin doğrusunu da aynı zamanda hafifliğin-absürdlüğün-parodiselliğin dersinin verildiği hakiki bir aksiyon –komedi olan True Lies’ı izlerseniz görürsünüz. Avatar’da herhangi bir iskele kurmadan inşasına niyet edilen klasik hikaye anlatma gramerinin hakkının nasıl verildiğine, film boyunca nasıl ayakta tutulabildiğine,epik ve lirik öğelerin üstüne nasıl bir nakış gibi işlendiğine şahit olmak isterseniz de buyurun Titanic’e.
Veciz bir şekilde, az önce sözde entelektüellik olarak isimlendirdiğim olgulardan da bahsetmek istiyorum izninizle. Avatar muhteviyatındaki alt metinler en başta olumsuz anlamda eleştirilmesi gereken bir kör parmağım gözüme silsilesi olarak görünürken bir yerden sonra kantarın topuzu öylesine kaçırılıyor ki Cameron’ın sanki bilerek bu silsileyi yaratmış olabileceği, seyirciyle alenen dalga geçtiği fikri geliyor aklıma ister istemez. Hareketlerinden repliklerine tam anlamıyla karton kötü adam karakterleri yaratıyor örnekse. Klişe gereği biri idealizmi yanlış çözümlemiş bir asker diğeri kapitalist kalpsiz yönetici. Tabii finalde birisi hak ettiği sertlikte bir ölüme mahkum olurken, diğeri de kendi değer yargılarında ölmekten beter ediliyor çünkü bütün gücü, kudreti elinden alınıp sade vatandaşlığa sürülüyor. Olay örgüsüne yerleştirilen diğer göndermelere bakalım. Ne hikmetse Pandora Gezegeni’nin asıl sahipleri kendi özgün dillerinin yanında istilacı insanların dillerini de sular seller gibi biliyorlar. İstilayı da Amerika’nın Vietnam-Irak-Afganistan icraatlarının,emperyalist-sömürgeci bakış açısının,totaliter rejimlere olan soğukluğunun ve bu sebepten doğan demokrasi dağıtmadaki gayretinin olumsuz sonuçlarının bir karşı tezi olarak okumaktan başka yol gözükmüyor. Cameron alegorisi bu denli orijinallikten uzak bu denli anakronik anlayacağınız.
James Cameron on iki yıl aradan sonra bir filmle değil apaçık bir hezeyanla döndü endüstriye. Steven Spielberg nasıl Michael Bay’in Transformers’larında yürütücü yapımcı koltuğunda oturduysa da sonucu değiştiremedi ya Avatar’da James Cameron’ın yürütücü yapımcı koltuğuna oturduğu yönetmenliğin ise yine Michael Bay’e düştüğü bir film izlenimi uyandırıyor.
Şüphesiz bu da başarısızlığı; temelde aynı görünen, Paul Herhoeven’in RoboCop gibi bir bilimkurgu harikasından sonra apolitik efekt şov Hollow Man’i çekmesi sonucu oluşan, Peter Jackson’ın ilk iki film bir yana Yüzüklerin Efendisi:Kral’ın Dönüşü ile epik fantezi üstadı olduğunu gösterdikten sonra King Kong’u yalnızca daha fazla börtü böceğe bulayarak uyarlaması sonucu ortaya çıkan başarısızlıklardan ayıran nokta.
Ve son bir söz,son bir iddia. Eğer James Cameron’ın auteurluk yeteneğinin %10’nu Uwe Boll’da olsaydı şayet onun çekeceği Avatar’da Cameron’ınki ile aşağı yukarı aynı grafiği seyrederdi diyorum içimden salonu terk edip, gözlüğü geri verirken.
Kötü bir şaka gibi değil mi?…
Mail:ahmetcanyldz@yahoo.com