Atatürk bugün doğdu!
Atatürk 1881’de doğmuş olmakla birlikte bunun günü bilinmemektedir. Atatürk daha sonra gerek Kendisi, gerekse Ülke için büyük önem arz edecek 19 Mayıs’ı, burada ayrıntılarına girmeyelim ki, doğum günü kabûl etmiştir. Biz de buna göre “Atatürk bugün doğdu!”diye başlıyoruz.
Bugün 19 Mayıs ve Atatürk’ü bir daha anıyoruz. Gene bugün, Ülke çapında O’nun hakkın da konuşulup yazılacaktır. İşte, biz de bu çerçevede yazıp, Ata’yı değişik bir biçimde tanıtmaya çalışacağız. Atatürk, tâ çocukluğu yıllarından başlayarak okuyan bir kişi olmuştur. O’nun, Atatürk olduktan sonra her konudaki okuduklarıysa şimdi özel kitaplığında saklanmaktadır. Hâlen Anıtkabir’de korunan bu kitaplık, bütünüyle elden geçirilip, okudukları taranmıştır. Görülmüştür ki, okunan kitapların sayısı 3997’dir. Burada, şu kadar ciltlik bir ansiklopedi de “1” sayılmaktadır, dergi v.s. ise buna dâhil değildirler. Kitapları arasında Almanca ve Fransızca gibi yabancı dilde olanları vardır. Gene görülmüştür ki, Atatürk, kitapların bâzı bölümleri veyâ satırları üzerinde daha çok durmuştur. Bunlar Kendisi tarafından kâh satır altları çizilerek, kâh yanına bir çizgi veyâ çarpı konularak bir şekilde işâretlenmişlerdir. Bâzıları yanınaysa Kendi bakış açısı eklenmiştir. Bu ibâreler, bugün yirmi dört ciltlik bir kitap dizisinde toplanmışlardır. Atatürk’ün üstünde durduğu noktalar, O’nun muazzam bilgi birikimi, dünyâ görüşü ve felsefesini göstermek bakımından ilgi çekicidirler. İşte… Bunlardan sâdece bir kaçını, gene bir kaçında kısaltma ve düzenlemeler yaparak aşağıya aktarmaktayız:
* Arap dehâsının yıldızı, İslâmiyet’in doğuşundan sonraki ikiyüz yılda parlamış, bunun sonrasındaysa
ebediyete kadar kararmıştır.
* Muhammet’in, çevresini saran evren konusunda derin bir biçimde düşündüğü gerçektir. Sûriye’deki
Hıristiyan kilisesini de görmüş olabilir. Yahudilerle onların dinleri konusunda birçok şeyi bildiği ve üçyüz Arap tanrısının bulunduğu Kâbe’nin Hacerü’s Esved’iyle, Yahudîlerin alay ettiklerini duymuş olduğu bir gerçektir. Arap halkının büyük kitleler hâlinde Mekke’yi ziyâretini de görmüştür.
* Muhammet’in İslâmiyet dini, gerçek bir hayırseverlik, yüce duygular ve kardeşlik düşüncesiyle doluydu. Basit ve kolay anlaşılabilir bir dindi.
* Şu dinler, gelişen İslâmiyet karşısında birbirlerine destek olmuşlardır: Tanrıyı, sâdece bir ırkın hazînesi durumuna getiren Mûsevîlik; üçlemeler, mezhepler, inkârlar ve sapmalarla meşgûl Hıristiyanlık; Mani’nin çarmıha gerilmesine sebep olan Mazdeizm yâni Zerdüştlük.
* Muhammet İslâmiyet’in rûhu idiyse, Ebûbekir de vicdânı ve irâdesi olmuştur.
* Şimdi Anadolu demek olan bu ülkenin ve en büyük kentlerinde; Yunanlılar, Yahudiler, Ermeniler
bulunmakla birlikte, Türk Müslümanlar ezici çoğunluktadırlar. Ancak, bu halkın damarlarında hiç kuşkusuz Hitit, Truva, Kimmer, Frig, Galat, İyon, Lid, ve Yunan kanlarından örnekler bulunmaktadır.
* Eski Yunan, iç savaşları ve ihtilâllerle yâhut da esirleri efendi olmakla mahvolup gitmiştir. Başka uluslar dan kazanılan esirler Yunanlılara halef olmuşlardır. Bugünkü Yunan ulusunun irâdesi zayıftır. Hafif meşreplidir;
daldan dala geçer. Büyük ve sürekli çalışmak ve uğraşmak isteyen işleri sevmez. İş yapmaktan çok, gürültü koparan bir farfaradır, tarımı sevmez. Bilek gücüne dayanmaktan çok, dalavere düşündüğünden ticârete yeteneği vardır.
* İtalyan mistiklerinden Fransoi’ya göre Allah insanlıkla doğada gizlidir. Allah, oralarda aranmalı ve
sevilmelidir. İtalya, Makyavel’in şu düsturuna inanmıştır: Her fırsatta tekrarlanan hak iddiası, bir gün o şey üstündeki hukuku tesis ve teşkil eyleyecektir.
* Fransızlar, kendilerini mutlu eden şeyin, bütün dünyâyı da mutlu edeceği gibi bir görüş saflığında
bulunurlar. Fransız zekâsı, akılcılığı her şeyin üstünde tutar. Her şeyi akıl ve muhakeme çözer, der. Atatürk, bu
satırların yakınına şöyle bir not düşmüştür: Millî ruh-Din, felsefe, edebiyat, güzel sanatlar.
* İspanyol’un aşk anlayışındaki kişisel nâmus sorunu aşktan daha öncedir. İspanyol edebiyatı bu kıskançlık sahneleriyle dopdoludur.
* İtalya’daki gibi İspanya’da da Hıristiyanlık özünden bozulmuştur. Dinî eyleme, niyet değer kazandırır. Kalp katılmıyorsa, o eylemin samîmiyeti olamaz. İyi niyete dayanmayanın değeri yoktur. Vicdan temizliği yoksa, en yüce dinî eylem bile hiçtir, küfürdür. Din, İspanya’da bir ahlak âmili olamamakla, ahlâksızlığı da çoğaltmıştır. Atatürk buraya da bir not düşmüştür. Şöyle: Din bir milleti ihyâ da eder, batırır da.
* İngiliz ahlâk ilkesi şudur: Her insan, kendine ve başkalarına yararlı olmak için çalışıp-çabalamak zorundadır. Hayat bir oyuncak değildir ve ciddiyet ister. Sert tabiatla boğuşan insan, kendisiyle de çarpışır. Yapmıyor muş gibi görünse de, ahlâk dışı davranışlarda da bulunur. Ama, çocuklara kötü örnek olmak korkusuyla bunu gizler. İngilizler, dini ne Fransızlar gibi aşırı bir mantık tutkusuyla geçersiz saymış, ne Alman muhayyilesi gibi bilim ve tekniğe uydurmağa çalışmışlardır.
* Kur’an, Arap müziğinden hiçbir şey anlamayanlar için, yüksek bir söyleyiş güzelliği yanında, çirkin ve anlaşılmaz güzelliklerin karışımı gibi görünüyordu! Nitekim, bugünkü Avrupalıların çoğu da böyle görmektedirler.
* Ekber’in başardığı en büyük girişim: “Ancak bir tanrı vardır ve Muhammet O‘nun resûlüdür.” inancı yerine, “Ancak bir tanrı vardır. İmparator O’nu temsil eder.” yasasını yerleştiririp, İslâm’ı genişletmek istemesidir.
* Hıristiyanlık, bir peygamberi olmak ve inandırıcılık duygularını, henüz ilk zamanlarında kaybetmiştir.
* Varlık ve tutsaklığın zararlı otları tarlasını kaplayınca, uygarlık dünyâsının inancı utanmazlığa dönüşür. İşte o zaman göçebeler sabanlarıyla gelir ve yeni ekinleri biçmek üzere o toprağı alt-üst ederler!
* Alman muhteristir. Ama güney uluslarındaki gibi, aşk ihtirası değil. Alman, büyük önem verdiği işe, bir ahlâk inancına, felsefeye, din ve yurt uğrunda haristir. Geçmiş şartların bir sonucu olan ilerleme ve yükselme,
Almana göre irâdemizin değil ihtiyaçların doğurduğu bir sonuçtur. Şüphesiz, fikir ve muhakemenin de bunda rolü ol muştur. Ama bu rol dolaylıdır. Almanlar, Fransızlar gibi dünyâyı değiştirmeye uğraşmak yerine, dünyâyı anlamaya çalışmıştır. Atatürk, Almanların düşünce karakterini, bilginlerinin ayırıcı özelliklerini, sanâyideki üstünlüklerini işâretlemiştir.
* Tanrı önce nûru yarattı. Atatürk, Tevrat’ın bu nur sözünün yanına “güneş” diye yazmıştır.
* Hayat, bu çağda dünyâmızın denizlerinde gelişmeye ve yavaş-yavaş yayılmaya başlamıştır. Bu eski
hayvanlar, zamânın başlarında, çağlar boyu dünyâ üzerinde sular içinde kaynaşan, yüzen ve sürünen yaratıklardan başka bir şey bulamadılar.
* İlim adamlarının en çok paylaştığı düşünce, insanın diğer memeliler gibi daha basit bir alt sınıfa ait
soylardan geldiği kanısıdır.
* Tabiat bilginleri, insanın hayvansal bir kaynaktan geldiğinde direnmedikçe, ilimle din arasındaki tartışma ve çatışmayı gerektirecek hiçbir konu yok demektir.
* Eski Araplar, tanrıyı, verdiği ilk söze sâdık kalan, en küçük alacaklarına bile hoşgörülü, borçlarını ödeyen ve buna karşı her türlü hileli işten öç alan dürüst bir tâcir gibi düşünüyorlardı.
* Her gerçek din ve her bir felsefe, bize, kendimizden çok daha yüksek bir varlığın içinde eriyip yok
olmamızı salık vermektedir.
* İnsanlık, ancak çağımızdadır ki, “Bilim kuvvettir.” kuralının anlamına tam olarak varmaya başlamıştır.
* Bir tapınağa Sezar’ın heykeli dikilmiş, altına da “Yenilmez tanrı.” yazılmıştı. Bu tür davranışlar, çok
aşağılık bir adamda görülebilen megalomani belirtisidir.
* Roma İmparatorluğu dünyâ târihi kantarıyla tartılırsa, bilinen öneminden pek çok şeyi kaybedecektir.
* Îsâ yoksul bir vâizdi. Yahudiye’nin güneşi altında ve toz-toprak içinde öteye-beriye dolaşırken, sadaka olarak eline ne verirlerse onunla geçinirdi.
* Yahudilerin aramızda devamlı olarak yaydıkları düşünceler, şu sözlerde saklıdır: “Özgürlük, eşitlik, kar-deşlik.” Bunların içyüzündeki sahtelikle, yüzümüze karşı tekrârının sebebi ne önceden ne de şimdi anlaşılmıştır.
* İslâmlık, ancak, Arap Yarımadası’ndan taştığı, Arap olmayan halkları boyunduruğuna aldığı gün, gerçek bir dünyâ dini ve inanç sistemi olmuştur.
* Târih, ileriyi göremeyenlere acımaz. Yahudiler, işte bunu göremeyenlerin kaçınılmaz sonuna uğradılar.
* Muhammet, son hastalığında Ayşe’ye dedi ki: “Tanrı Yahudilere lânet etti. Çünkü, peygamberlerinin
mezarlarını tapınak durumuna getirdiler.”
* Çünkü zafer, tanrı buyruğu ve çoklukla görevli askerlerin komutanlarına sevgileriyle sağlanır. Atatürk bu ifâdeye şöyle bir eklenti yapmıştır: “Bu mesele cidden mühimdir, hem de öyledir.”
* Hâkimiyet vazgeçilip bırakılamayacağı gibi değiştirilemez, aynı sebeple vekil olarak yürütülemez de.
Hâkimiyeti sınırlamak bunu yok etmek demektir. Hâkimiyet toplumun irâdesinde saklıdır. İrâdeyse temsil edilemez. İrâde ya kendisidir veyâ başkası. İkisinin ortası olamaz. Atatürk bunun yanına ”Kıymetli!” demiştir.
* Türklerin de, eski Araplar gibi ölenlerin rûhunu uçup giden bir kuş misâli düşündükleri anlaşılıyor. Ölen hakkında, “uçuverdi” ve daha sonraları “şâhin oldu” deyimleri kullanılıyordu. Atatürk, buraya da “Mısır.” diye eklemiştir ki, herhâlde “Mısır değil Araplar” demek istemiştir.
* Barış ve güvenlik ilk tabiat kânunu hükmünü alır. İkincisi, insanları besin aramaya yöneltir. Doğal aşkın yakarışları, üçüncü bir tabiat kânunu şeklinde belirir. Sonunda, toplu yaşamak isteği dördüncü tabiat kânunu olur.
* Irkların karışması böylesine artarak ilerlediğinden, Avrupa’da artık saf bir ırktan söz etmek (hele özellikle bugün) hiç de doğru olmayacaktır.
* Fin-Ugur, Türk, Moğol ve Mançular’ın dillerinde olduğu gibi, yüzlerinde de aynı âileden olduklarını
gösteren durumlar vardır. Başka ırklarla kanı karışanlar dışındaki hepsinin yüzleri kemikli, dikdörtgen olup, alınlarının ara kesiti keskin, yüzleri semiz ve etli olur. Atatürk bunun yanına “Türk Etnografisi.” demiştir.
* Yoksul bir ulus, atılan parlak nutuklar ve hutbelerden daha çok, çalışacak işlere muhtaçtır.
19 Mayıs’ı kutlayıp, Ata’yı saygıyla anarak…