29. ULUSLARARASI İSTANBUL FİLM FESTİVALİ GÜNLÜĞÜ
1.KISIM
İlk Filmekimi, ilk !f derken nihayet ilk İstanbul Film Festivali maceram başlıyor. Festival 29. Yılını devirecek, ben 19’u atlatmaya çalışıyorum. 2haftalık kısa bir süreye ne kadar film sığdırılır, heves bünyeyi bu tempoda ne kadar süre ayakta tutar bekleyip göreceğim. İyi filmler de olacak kötü filmler de. Lakin saygıda kusur etmemek lazım. FESTİVAL benden büyük.
03.04.2010
İlk festivalimi Yeni Rüya’da -bir Fransız filmi- Hayır Kızım,Dansa Gitmek Yok ile açtım. Sağlam bir açılış yaptığımı söylemek oldukça zor. Tipik bir; eşinden yeni ayrılmış, hayatın sillesini yemiş orta yaşlı çocuklu anne hikayesi olarak başlayan film devamında yine tipik sularda gezinen bir “her biri farklı dertlerden muzdarip aile fertleri sayfiye evinde toplanır” filmine dönüştü. Baş kadın karakterini boşlayıp, her bir aile ferdiyle ayrı ayrı haşır neşir olarak temalarını çoğaltmaya ve dramatik açıdan zengin görünmeye çalıştı ancak bu dağınıklık, filmin en lezzetli kısmını teşkil eden “kıssa” sahnesini bile topal bıraktı. Finalde attığı çalımı bu tarz filmlerde alışık olmadığımız bir rahatlıkla servis eden film buna rağmen bunun genel bir toparlama icabı yapıldığı havasını üstünden atamadığı için vasat bir film olarak kayda geçti. Hatta aynı seansta Atlas’ta Lars von Trier’in sevmediğim filmi Suç Unsuru oynuyordu, niçin ona bir şans daha vermedim diye düşündüm.
13.30 seansında, Atlas’daydım. Bu senenin açılış filmi Paris’te Son Konser’i gördüm. Mizahın kimyasının yalnızca söze siyasi unsurlar katıldığında tutması büyük bir kusur olarak gözüme takıldı. Hikayenin çıkış noktasının inandırıcılıktan uzak, epey havada kalan noktalar içermesi diğer bir kusur, müzik tüm metaforların önüne geçerken melodram öğelerinin bu dinamiği desteklemeden kendi özerk hikayesini anlatmaya çalışması diğer bir eksiklikti. İyi çekilmiş son yirmi dakikası dışında(önceki 100 dakika kitabına uygun çekilmiş olsa enfes bir final bile denebilir)akılda iz bırakmayacak bir film. Fransızca dublajlı bir kopyasının gösterilmesi ise barındırdığı senkronizasyon hataları sebebiyle kısıtlı seyir zevkini de baltalayıcı bir etmendi.
Yeni Rüya’ya döndüm. Ve ilk hayal kırıklığı. Yaratık’ı çok seven bir izleyici olarak Bong Joon-Ho’nun yeni filmi Ana’yı hiç sevemedim. Dört başı mağrur bir yaratık filmine neler neler iliştiren Joon-Ho Ana’da elini çok korkak alıştırmış. İşin aslı kim masumdur kim suçludur; sözün sonu kim akıllıdır kim aptaldır demekten başka hiçbir şey dökülmüyor ağzından. Ne beklediğim kadar cesur, ne hissetmek istediğim kadar koyu.
Günü Ejderha Dövmeli Kız ile kapattım. Stieg Larsson’un filme kaynaklık eden kitabını okumadım, bu yüzden üslubunu tanıyan biri değilim. Fakat hayatımda ilk kez iki buçuk saat boyunca bir uyarlama film izlemediğimi aksine o romana başlayıp bitirdiğimi düşündüm. Fakat o romanın yazarı Steig Larsson değil Jean-Christophe Grange’ti. Kötü olan ise şuydu, Grange son iki kitabı Şeytan Yemini ve Koloni ile kanımca düşen bir eğri çiziyor ve Ejderha Dövmeli Kız Grange’in kötü uyarlamalarla heba edilen esaslı işlerini es geçip bu iki kitabındaki dili kendisine uygun görmüş.
04.04.2010
Güne Jane Campion’un ilk filmi Sweetie ile başladım. Film seyirci ile arasına bilinçli olarak belirli bir mesafe koyuyor. İzleyicisine teklif ettiği ilişki her bünyeye göre değil, karakterlerle kuracağınız münasebet çerçevesinde şekillendireceğiniz cinsten. Karakterlere bahşedilen özellikleri ve kendilerine reva görülen küçük hikayeleri sevdiğimi söyleyemem fakat Jane Campion’la tanışmamıza yardımcı olduğu için önemli olduğunu ve yönetmenin son işi Parlak Yıldız’dan çok daha iyi bulduğumu not düşebilirim.
Bugünün ikinci filmi Aşk Yuvası. Evlilik ve ilişki komedisi olmak amacıyla yola çıkmış alabildiğine hafif bir iş bu. Ancak film bundan hiç memnun değil ki finale uzanırken kendisine ciddi bir polisiye örgüsü eşlik ediyor. Bu eklentinin çapı, önceki boşluğu dolduracak şekilde hesaplanmadığı için filmi hoş ve boş bir komediydi diye unutmak yerine, son çabanın sekte vurduğu olmamış bir komedi-macera olarak hatırlayacağız. İyi mi olmuş, kötü mü olmuş bilmiyorum.
Üçüncü durak Sinepop Sineması. Maud’la Bir Gece…Şüphesiz Eric Rohmer’in en iyi filmi değil, çok çok iyi bir film de değil. Ancak usta işi yazılmış diyaloglar bir filmi nerelerden alıp nerelere götürür, bu denli lezzetli diyaloglar nasıl yazılır diye sormak için görülebilir. En lezzetli kısmı da filme ismini veren zaman dilimi doğal olarak.
İkinci günü Yeni Rüya’da Suç Ordusu’yla nihayete erdirdim. Filmin politik taktiklerinin falsolarına hiç girmeyeyim. Söylememem gereken filmdeki yönetmenliğin çok alt düzeyde seyrettiği ve herhangi bir makyaja gerek duymadan etkileyici olabilecek sahnelerin bile sinemasal tattan yoksun olduğu.
05.04.2010
Günün ilk filmi Troçki atılacak doğru adımlarla çok iyi bir film olabilirmiş. Kurcalamadan, salt hikayesinden bile birçok alt metne ulaşmak mümkün. Siyasi ton dozu iyi ayarlanmış, mizaha iyi boca edilmiş. Fakat Jacob Tierney’nin bazı yönetim gevşeklikleri Troçki’yi, bütün bu olumlu tablonun hiçbir katkısının olmadığı bir “Pazar sabahı çocuk filmi” ne dönüştürme raddesine getiriyor. Anladığım kadarıyla da bu fark edilmiş ve filme American Pie ekolünden espriler ve karakter odaklı durum komedileri eklenmiş. Bu üslup American Pie ve Road Trip’te çok işe yarıyordu doğru, ama Troçki’de irrite edici.
Troçki bir hayal kırıklığıydı, Kısırdöngü ise şaşırtıcı şekilde beklediğimden iyi. Kendi kırmızı çizgileri net ve keskin çizilmiş, metni ve sineması güçlü. Politik hiciv kısmı çoğu zaman tuzağa düşüldüğü üzere yalnızca günümüzden beslenen, kolaycı ve laubali bir seyir izlemiyor. Kronik ağız bozukluğunun bu denli yakıştığı ve gerginliği özetlediği nadir filmlerden biri. Tartışılır fakat en iyi uyarlama senaryo Oscar’ını Precious’a kaptırması pek olmamış açıkçası.
Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları’nın 1964 yılı özelinde önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Bizim sinemamıza göre cesur imgelerle süslü. Dönemin zihniyeti gereği fazla didaktik ve öğüt verme konusunda biraz benmerkezci kabul ama aynı zamanda bu çok doğal. Tadını çıkarabilmek için o yılların adamı gibi düşünmek, ölçüp tartmak, bugünü işin içine pek katmamak gerekiyor. Benim olduğum seans bunu pek başaramadı. Gülüşmeler sık sık filmi böldü. Hak vermiyor değilim, dediğimi göz önünde bulundurmazsanız kızları ölen ailenin en küçük oğlunun “Fatma’nın ölümü hepimiz için iyi bir ders olmalı” repliğine gülmemeniz imkansız.
Bugünü Yeni Rüya’da Julie & Julia ile bitirdim. Vasat bir filmdi. Nora Ephron’un düşüşü devam ediyor. Filmin iki büyük olmamışlığı var. İlki Meryl Streep’in yer aldığı ilgi çekici zaman diliminin(kendisi yine döktürüyor bu arada.)Amy Adams’ın işgal ettiği kısır bölüm tarafından baltalanması. İkinci ve bence daha büyük sorun ise bunun bir “Tok gir aç çık,aç gir yarıda çık” filmi olması gerekiyordu doğal olarak ama izlediğim filmin bu yönden hiçbir albenisi yok.
06.04.2010
Bugünün yoğun programını Kadın,Silah ve Erişte ile başlattım. Film Coen’lerin Kansız’ının yeniden çevrimi. Kansız iyi bir ilk filmdir, kendi mitini yaratmayı başarmıştır. Kadın,Silah ve Erişte ise bir yeniden çevrim olma özelliklerinin hiçbirine dişe dokunur şekilde sahip değil. Bir yeniden çevrimde zaman, mekan ve uyruk değiştiriliyorsa aynı sağlamlılıkta yeni bir mit inşasına başlanmalıdır, yoksa bu değişikliğin metne kattığı bir orijinallik katmaz, film ismiyle müstesna bir yeniden çevrim olarak anıldığıyla kalır. Kadın,Silah ve Erişte bu yönden oldukça zayıf, öncülünün derinliğinden yoksun, tek farklılığı birkaç folklorik eklenti. Orijinal filmin birçok efsane sahnesini tabir-i caizse harcaması da cabası.
Etek Günü baş karakterin portresinden, cinsiyet farklılıkları havuzu içinden ihtimamla seçilmiş Müslüman öğrencileri ve onlara atfedilen hayat öykülerine, ajitasyonda devrim teşkil eden finalinden, akla zarar sloganlarına kadar görkemli bir duygu sömürüsü filmi. Hiç sevmedim. Salonun da pek memnun kalmadığını düşündüm. Amma velakin film bittiğinde salon öyle güçlü bir alkışla çınladı ki bir süre yerimden kımıldayamadım, öznelliğin bu kadarı da olamaz herhalde diyerek kendimle çelişmekten de kaçınmadım. Yetmedi, salondan çıkarken gözyaşlarını silen seyirciler bile gördüm. Bu kez çelişkiye düşmeden kendi kendime yalnızca “Anlayamıyorum” demeyi uygun gördüm.
Aynı gün ikinci çok kötü filmi görmek fazla geldi. Şişme Bebek’in konusu göze hoş görünüyordu ve ilk 10 dakikası aynı hoşluğu devam ettirdi fakat geri kalan sürede yelken açılan duygu istismarı hiç bana göre değildi. Şükür, finalde alkış almadı.
Günün sürpriz filmi Ben ve Orson Welles. Tahminimden daha başarılı bir “tiyatro” filmi, atmosferi yerli yerinde bir dönem filmi. Planını güzel oluşturmuş, harikulade uygulamış, 114 dakikanın nasıl geçtiğini hissettirmiyor. Bir de işlevsel. Tahmin edeceğiniz üzere yorgun girdim, zinde çıktım.
Anlaşılan bugün epey şanssız bir günmüş. Sally Potter’ın son filmi Öfke’den de hiç memnun ayrılmadım. Günün karakteristik özelliklerinden biri olarak yine güzel başlamıştı halbuki. Bir fikir filmi olmadığını, yalnızca görsel tarzını satmaya çalışmadığını ispat edercesine ilginç bir olay örgüsü dahil etti filme. Fakat bahsettiği üç olay monoton şekilde gerçekleşmeye başlayıp, post-modern bir Poltergeist havası esmeye başlayınca bu fikrin 99 koca dakikayı değil taş çatlasın 35-40 dakikayı sırtlayabileceği gerçeği ortaya çıktı. Kalan 55 dakikada ki kıvranma durumunu tahmin edebiliyorsunuzdur. Bu durum güzel bir gelişmeye kapı aralamadı da değil. Öfke filmi bir öğrencinin, çok çeşitli kesimlerden moda dünyasıyla yolu kesişen insanlarla gerçekleştirdiği tek taraflı söyleşileri sabit bir plan kullanarak; vaziyete göre farklılık gösteren arka planlar eşliğinde 7 gün boyunca bir cep telefonu ile kayıt altına alması fikri üzerine kurulu. Film ekranda beliren birinci günüm,ikinci günüm… şeklindeki periyotlarla ilerliyor. Ben ne zaman bitecek diye bekleyedururken, perdede koca bir “SON GÜNÜM” yazdı ve ardından salonda Etek Günü’nün finalini aratmayan bir alkış koptu. Ben sakinliğimi korumayı başardım fakat öğlenki alkışın tüm “ekabirliğine” karşı şu duyduğum acayip samimi geldi ve anlamsız şekilde mutlu oldum. Sinemadan çıktıktan sonra ise iki durumu da göz önünde bulundurarak bu da bir nevi provokasyon değil mi diye düşünmekten de kendimi alamadım.
Mail:ahmetcanyldz@yahoo.com