Vavien’den Ninja’nın İntikamı’na

Yılbaşının kapı araladığı uzun tatil ve Uluslararası Gençlik Film Yapım Atölyesi’nin sertifika töreni kokteyli ve film gösterimine katılmam dolayısıyla çıktığım üç günlük Ankara seyahatim esnasında bir süre yazmaktan uzak kaldım. Bu yazıda o dönemde görme fırsatı bulduğum filmler üzerine düşüncelerimi kısa kısa paylaşmaya çalışacağım. Bahsedeceğim beş film için bir önsöz takdim etmem gerekirse; Vavien hareket noktası ile varış çizgisi arası dalgalanmalardan muzdarip lakin nobran bir kara film denemesi olmaktan özenle kaçınan,Zombieland parodi olmak amacıyla yola çıkıp, ele aldığı türün öğelerini ciddiyetle kullanma tuzağına düşmediği için eğlence katsayısını oldukça yüksek tutan, Yahşi Batı Cem Yılmaz’ın taktik değişimi sonucu tek taraflı mizah anlayışını doğurganlaştıran, Soul Kitchen çıkış noktasını parlak bir fikirden inşa etmediği için karakterlerini ve sayısı epey fazla yan hikayelerini komedi kavramı etrafında şekillendiremeyen, Ninja’nın İntikamı kamera arkasındaki işinin ehli isimlerden herhangi birinin sinema zekasıyla bağdaştırmak istemediğim, özgün bir fikirden yola çıkmasına rağmen kötü bir bilgisayar oyunu uyarlaması atmosferi benimseyen filmler olarak zihnimde yer ettiler. Ayrıntıları konuşmamız gerekiyorsa da, not düşmek istediğim düşüncelerim şunlar:

VAVİEN: Vavien’in hakkında görüş belirtirken dikkat edilmesi ve açıklığa kavuşturulması gereken temel bir nokta olduğunu düşünüyorum. Konuşacağımız şey Taylan Biraderler’in Vavien “filmi” mi yoksa Engin Günaydın’ın Vavien “senaryosu” mu olacak? Bu nüansı şunun için belirttim. Vavien bana göre ağız dolusu iyi denebilecek bir film değil fakat belirtmek istediğim net düşüncem de bu değil. Varmak istediğim nokta Günaydın’ın giriş ve gelişme bölümünde perdeye çok yakışan metninin finale doğru gittikçe kısa hikaye mantığında hazırlanmış, her biri başka bir kalemden türemiş tematik hikayeler seçkisi konseptinde bir kitaba uygun bir ürüne dönüşmesi, Yağmur ve Durul Taylan’ın ilk kareden kapanış jeneriğine kadar üst düzeyde seyrettirdikleri yönetmenliğin bu kusurun gölgesinde kalması ve biraderlerin ortaya koydukları işin filmin izleyicide oluşturduğu eksiklik hissinin sebeplerinden biri olarak “zannedilmesi”. Ben Taylan Biraderleri Sır Dosyası ile tanıdım ve sevdim. Yayın ömrü maalesef kısa süren bu işten sonra televizyon için yaptıkları hiçbir işe aynı ilgi ve merak duygusuyla yaklaşmadım, yaklaşmadığım gibi aralarında pekte iyi bir ürün olduğunu düşünmem. Çünkü Biraderler benim kafamda ülke sınırlarına mistik gerilim kavramını getiren isimlerdir ve bunu çok iyi başardıklarını düşünürüm. İlk uzun metrajları Okul’da matah bir iş değildi ama Taylan Biraderler’in zanaatkar yönünü apaçık ortaya koyması ve iyi işlere ısındıklarını göstermesi açısından önemliydi. Ardından gelen Küçük Kıyamet ise Doğu Yücel’in senaryosundan Taylanlar’ın yönetmenliğine, Kevin Moore’un eşsiz tınılarından Soykut Turan’ın yakaladığı resimlere perdede ne görmek istiyorsam ne duymak istiyorsam hiçbirini benden esirgemeyen çok çok iyi bir filmdi. Biraderler’in yönetmenliği açısından gelecek yeni filmlerinin Küçük Kıyamet’in epey yükselttiği çıtanın neresinde olacağını düşünen biri olarak Vavien’i izlediğimde seviyenin ciddi anlamda düşürülmemesi (Küçük Kıyamet mükemmeliyetini yakalamak hikaye göz önünde bulundurulduğunda gereksiz bir beklenti) beni sevindirdi. Yönetmenler Küçük Kıyamet’te sinemalarının belirttiğim üzere benim açımdan albenisi en yüksek kavramı olan mistik gerilimi türünün ehli bir senaryoyla peliküle aktarmıştı, Vavien’de aynı çizgiyi yakalayamayan bir senaryodan gerilimi mistik sulardan çekip, taşra topraklarına süren/reel bir düzleme oturtan bir kara film (oyuncuların performansları ufak ta olsa bir kara mizah havası da katıyor) çıkarmayı başarmışlar. Günaydın’ın senaryosunun içerdiği gediklere gelirsek… Engin Günaydın’ın O Hikayedeki Mal Benim isimli tek kişilik gösterisini izlemiş, taşra hakkındaki düşüncelerini tanımış, yarattığı esprileri sevmiş/gülmüş biri olarak Vavien projesinden haberdar olduğumda filmi kafamda üç aşağı beş yukarı canlandırabilmiştim. Hikayenin beni ters köşeye yatıran tarafı kötünün ve kötücüllüğün beklediğim saflıktan farklı olarak epey koyu şekilde yapılandırılması oldu. Film gelişme aşamasına keskin bir virajdan, cinayet (teşebbüsü) gibi girift bir kötücül kavramla girdikten sonra seyirciye nefes aldırma amaçlı, bir çeşit vasistas işlevli yeni olay örgülerine kucak açıyor. Bu olay örgüleri filmi sürükleyecek, hikayeyi finale doğru yürütecek/onu anlamlı bir sona taşıyacak doğurganlıkta değil. Olmadığı gibi genel atmosferi de baltalayıcı ayarda. Film virajı aldıktan sonra verilen molayı olması gerektiği gibi kısa da tutmayıp molanın ardından beklediğim, seyirciyi diken üstünde tutacak yeni yan hikayelerden, atmosferden, koyuluktan da yoksun bir finalle uğurluyor izleyicisini. Vavien’in izleyicisini getirip bıraktığı, bir şeylerin eksikliğinin hissedildiği noktanın gelip dayandığı sebep bu. Son olarak Taylan Biraderler’in yönetmenliği dışında Engin Günaydın, Binnur Kaya, Serra Yılmaz’ın sağlam performanslarını, bunun yanında da Türkiye’nin en iyi “karakter” oyuncularından biri olarak gördüğüm Settar Tanrıöğen’in ölçülü oyununun hakkını da ayrıca teslim etmek gerek tüm bu eksikliğin içinde.

ZOMBİELAND: Zombieland’dan bahsedeceksek Edgar Wright’ın Shaun of the Dead’ini anmamak olmaz. Fakat Zombieland’in öncülü olduğu iddiasını ortaya atmak maksatlı değil. Shaun of the Dead’in iddiası iyi bir zombi filmleri parodisi olmaktı ve bu misyonun hakkını veriyordu. Zombieland ise birazdan bahsedeceğim üzere parodi filan değil düpedüz iyi bir zombi filmi. Shaun of the Dead’in başarısı zombi filmlerinin ti’ye alınabilecek tüm malzemelerini, ciddi bir olay örgüsüne yükleyen lakin zekice bir hamleyle bir film olarak kendini ciddiyetten uzak sularda seyrettirmesiydi. Bunun kurulması ne kadar zor bir denge olduğunu Edgar Wright’ın aynı misyonu 80’ler kasaba polisiyesi konseptine entegre etmeye çalıştığı Hot Fuzz’ın becerilememişliğinde görmek zor değil. Hot Fuzz’ın amacı iyi kotarılmış nostaljik bir kasaba polisiyesi değil, onun parodisi olarak kabul görmekti. Filmin olmamışlığının nedeni bu ayrımın farkında olmaması ve bu yüzden de dalga geçmek istediği o türün terminolojisini kendine kopya edip, türün külliyatının nitelikli bir ürününe dönüşmesiydi hatırlayacağınız üzere.Zombieland’ın farkı burada yatıyor. Zombieland zombi filmlerine saygıda kusur etmiyor, benimsenmiş kurallara, trüklere aynen uyuyor. Amacı dalgacılık değil bilakis eğlenceli olabilmek. Bir de kıyamet sonrası filmlerindeki tekil şahıs çıkmazı ile yol filmlerindeki birliktelik klişelerini kendi misyonu çerçevesinde elden geçirmek. Kısacası tutarlı ve şamatası bol bir film Zombieland. Klasik final hikayesi olarak tanıdığımız en son ve en büyük zombi-insan savaşını cıvıl cıvıl bir lunaparka taşıması, Bill Murray’nin seyrine doyum olmaz konuk oyunculuğu (filme girişi de filmden ayrılışı da ayrı bir fırlamalık) da cabası.

YAHŞİ BATI: Tek kişilik gösteri kulvarında açık ara birinci gördüğüm Cem Yılmaz’ın, epey ılımlı yaklaşabildiğim Her şey Çok Güzel Olacak dışında yazdığı-yönettiği-oynadığı hiçbir filminin özenli prodüksiyonlarına karşın hem sinematografik hem de mizahi yönden kalburüstü kabul edilemeyeceği bir gerçek. G.O.R.A. işin bilimkurgu kısmını fazlaca önemsediği için mizahın bir esans işlevi gördüğü, yeterince güldüremeyen bir film, Hokkabaz dışarıdan Yılmaz’ın kaleminin dramda da kuvvetli olabileceğini işaret etmek için yazdığı görünen ama bana göre eleştirmenlere “İleride hangi kötü filmi çekersem çekeyim beni Hokkabaz ‘ı yazıp-yöneten adam olarak hatırlayın ve değerlendirin” demeye getirdiği zorlama ağırlığıyla (sanatsallık !) vasat bir yapımdı. A.R.O.G. görkemli bir dekorun üzerine kendinden beklenmeyecek ölçüde sığ ve kendinin farkında espriler döşeyerek komik olmayı başaramayan (ama bu konuda kendine çok güvendiği izlenimi veren) ve tıpkı G.O.R.A.’da ki gibi mizahı baltalayan ciddi olay örgülerine ( futbol olarak göze çarpıyor) teslim başarısız bir film olarak hatırımda kaldı. Yahşi Batı bu geleneği devam ettiren nitelikte bir film olmuş. Bir farkla. Prodüksiyon yine üst düzey lakin Cem Yılmaz’ın metninin bu kez kendine bile güveni yok. Doldur boşalt taktiğinde ilerleyen, zorlama bir atmosfer üzerine kurulmuş, Yılmaz’ın demeçlerinde hiçbir şekilde başvurmayacağını iddia ettiği sığ espriler ve vaziyetler silsilesinin filmi sürüklemeye çalıştığı bir metin bu. Yahşi Batı bir Ömer Faruk Sorak filmi olarak yönetmenin filmografisi açısından Vizontele sonrası dönemi ele alırsak ciddi bir başarısızlık olarak kabul görmeyecektir. Türkiye şartlarında geniş kitlelere film yapan yönetmen sıfatı da elinden alınmayacaktır. Fakat Cem Yılmaz’ın bir senarist olarak hali hazırdaki sinema anlayışının git gide Tayfun Güneyer’vari bir çizgiye doğru kayması büyük bir tehlike olarak göze çarpıyor.

SOUL KİTCHEN: Fatih Akın belli ki ilk filmlerinin yanında özellikle Duvara Karşı ve Yaşamın Kıyısında ile edindiği kitleyi genişletmek amacıyla yola çıkmış Soul Kitchen’da. Bu amacı gerçekleştirmek, bir komedi filmi olabilmek için gerekli parlak çıkış noktasına sahip olmaması ise bu amacın altını dolduramadığı gibi yaratılan karakterlerin hiçbiri yazılan hikayeyi sürükleyecek tarzda değil, buna ilaveten (bence haklı olarak) başka başka öykülerin insanları gibi davranıyorlar. Bu olumsuz durumdan müteşekkil bir diğer arıza lokal komedi anlayışı. Anlayışın ürünü özellikle misafir oyuncuların öyküye değil sadece bu popülariteye hizmet etmesiyle rahatsız ediyor ve olay örgüsünü birbirinden kopuk skeçlere dönüştürüp filmi Akın sinemasında ilk kez şahit olduğum,olabilecek en sıradan finale ilerletiyor. Soul Kitchen Akın sinemasında bir dekadans teşkil etmiyor belki ama sonuçta vasat bir film. Daha acemi bir yönetmenin gözünden çıkmış olsa daha hafif eleştirilerle karşılanabilirdi. Fatih Akın filmografisi içinde ise, Duvara Karşı ile yetkin bir görünüm kazanan auteur sıfatlı sinemasının Yaşamın Kıyısı’nda ile başlayan düşüşünü monoton şekilde devam ettiren bir iş olarak yer alacak.

NİNJA’NIN İNTİKAMI: Ninja’nın İntikamı ne yönetmeni James McTeugie,ne de yapımcıları Wachowskiler olduğu için kötü olarak addedilebilecek bir film. Basbayağı kötü bir film. Yönetmen V for Vendetta dolayısıyla epey beğenimi kazanan McTeugie değil de Ronny Yu ya da Lee Tamahori olsaydı da yine kötü bir film derdim. Tüm şartlar buna müsait. İlk sahneden kendini belli ediyor. Hafif ve eğlencelik hissi veren kanın gövdeyi götürdüğü bir aksiyon sekansıyla açılıyor, ortaya koyduğunun iddia ettiği eğlenceyle bağdaşmadığının farkında olmadığı için de geri kalan sürede rotası oldukça değişken ama klişeleri yerli yerinde bir film perdede arz-ı endam ediyor. Ne idüğü belirsiz Ruslar, kahramanın doğuşu-yitişi-sonra küllerinden yeniden doğuşu, kahramanımıza zıt kadın karakter ve finale doğru aralarında baş gösteren olmazsa olmaz yakınlaşma,karikatür düzeyde kötü adam, kötü adamla son kapışmadan önce onun en güçlü yaveriyle dövüş.Hepsi mevcut. Wachowskiler’in kung fu’ya merakı Matrix tecrübesiyle sabit. Fakat Ninja’nın İntikamı’nda bu esintiyi ninja felsefesini iki paralık edecek şekilde dizayn ettikten sonra finalde tinsel öğelerle aklamaya çalışmak tüm filmden daha asap bozucu.