İsrail’in üç haftaya yakın bir süre dünyanın gözü önünde Gazze’yi bombalaması, 1000’den fazla sivilin yaşamını yitirmesi, her şeye rağmen hiçbir ülkenin askeri bir müdahalesini beraberinde getirmedi.
İsrail kendi başlattığı operasyonu kendisi bitirdi. Şimdi tüm aktörler “barış görüşmeleri için katkı” sağlıyorlar. Ortadoğu’da bu işler böyledir.
Amerika’nın yeni Başkanı Barack Hüseyin Obama’ya tek taraflı olarak saldırılarını sona erdirerek önemli bir jest yaptığını düşünüyor İsrail Hükümeti. Nitekim Amerikan Yönetimi, bunun için teşekkür olarak İsrail’e Özel Temsilci John Mitchelle’i barış görüşmeleri için atadı.
Nereden bakılırsa bakılsın; İsrail, Hamas konusunda yeni Başkan Obama’nın desteğini almış görünmektedir. Bu arada Avrupa Birliği de barış görüşmeleri için devreye girdi. Birleşmiş Milletler zaten pek aktif değil. ABD tüm kararları veto ediyor.
Tüm bu süreç aslında tüm Arap dünyası ve Türkiye için birçok yeni siyasi ve ahlaki dersleri de beraberinde getirdi. Arap dünyasının aslında Filistin ve Hamas konusunda ne kadar farklı düşündüğünü ortaya çıkardı.
Hamas’ın birçok Arap yönetimi için tehdit olduğu zaten biliniyor. Ama şimdi bu daha bir netlik kazandı. Mısır bu süreçte “yükselen yıldız” olurken, Başkan Hüsnü Mübarek de Ortadoğu’nun gerçek siyasi lideri olduğunu gösterdi.
Burada bir yanlışlık zaten yok. Arap-İsrail çatışmasının başından beri Mısır, İsrail’in Arap dünyasındaki “muhatabı” olmuştur. 1950’li yıllarda Cemal Abdül Nasır ile, onun ölümünden sonra 1981 yılında Müslüman kardeşler tarafından resmi törende saldırıya uğrayarak öldürülen Enver Sedat ve hemen ardından yönetimi devralan şimdiki Başkan Hüsnü Mübarek her daim Filistin konusunda İsrail ile doğrudan muhatap olmuştur.
1948’den 1952 yılına kadar da Kral Faruk İsrail gerçeği ile yüzleşmiştir. Mısır bu anlamda İsrail’in tüm politikalarını bilen ve “hafızası güçlü” tek Arap ülkesidir.
Önceleri Arap-İsrail çatışması olan bu anlaşmazlık 1980’li yıllardan itibaren Filistin-İsrail çatışması adını almıştır. Bir noktada Filistin, Arap ülkeleri arasındaki görüş farklılıkları nedeni ile “yetim evlat muamelesi” görmeye başlamıştır. Buna bir de Filistin’ini efsanevi lideri Yasser Arafat’ın yanlış siyasi tercihleri eklenince Filistinliler tam anlamı ile köşeye sıkışmışlardır.
Örneğin Birinci İntifada olarak bilinen ilk kalkışma sonrasında tüm Arap dünyasında destek gören Filistin lideri Arafat, 1990 ‘da Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin’i destekleyince, Körfez Arap ülkeleri, Irak’ın ABD dahil 27 ülke tarafından oluşturulan İttifak sayesinde Kuveyt’ten çıkarılması sonrasında, ne kadar Filistinli varsa geri göndermişlerdir. Filistinliler Arap dünyasında çalışkan ve en çok okuyan bir ulus olarak bilinir. Yaser Arafat’ın bu siyasi hatasının bedelini tüm Filistinliler çok pahalı ödemişlerdir.
1990’lı yılların başında Oslo Görüşmeleri gizli olarak başlar. Bu konuda akademik alanda ilginç çalışmalar vardır. Tüm doksanlı yıllar boyunca Yasser Arafat Tunus’ta sürgünde yaşar. Arafat bir yandan dünyadaki prestijini sürdürürken, diğer yandan Arap dünyasında hızla prestij kaybına uğrar. Aynı yıllarda ise Soğuk Savaşın bitmesi, Sosyalist dünyada büyük destek gören Filistin davası artık bu dünyanın ortadan kalkması ile önemli bir siyasi ve ekonomik desteği yitirmiştir. İsrail ile görüşmelerin başlaması ve bunun ilan edilmesi sonrasında Türkiye örneğin tekrar İsrail ile diplomatik ilişkilerini 1990’lı yılların başında büyükelçi düzeyine çıkartır.
1990’lı yıllarda Filistin ile İsrail arasında Bill Clinton döneminde önemli bir aşamaya gelinir. Şimdiki Savunma Bakanı o zamanki Başbakan Ehud Barak ile Yaser Arafat Camp David’de Başkan Bill Clinton’in önderliğinde görüşürler.
O zamana kadar iki devlet prensibine karşı İsrail, Kudüs’ün ikiye bölünmesini kabul edecek noktaya kadar gelir. Fakat Filistin lideri Yaser Arafat ile Ehud Barak bir noktada anlaşamazlar. Bu arada İsrail, Yaser Arafat’ın ilerleyen hastalığının da yardımı ile Filistin’i Yaser Arafat’ın Filistin de yaşamasına fırsat vererek kontrol altına alma yoluna gider. Bu arada İsrail sürekli olarak Filistin içinde gittikçe güçlenen radikal İslamcı akımların liderlerine suikastlar düzenler. İsrail ve Filistin arasındaki gerginlik karşılıklı suikastlar ile 2000’li yılların başından itibaren artar.
İsrail’e Başbakan olan Ariel Sharon iktidara gelir gelmez, Filistinlileri provoke eden açıklamalarda bulunur ve İsrail-Filistin bölgesinde sürekli saldırılar ile alt yapıları, havalimanını yıkar, Yaser Arafat sürekli olarak ölüm tehlikesi altında yaşar.
Bu arada 11 Eylül saldırıları olmuş ve radikal İslam dünyada ABD için mücadele edilecek olan bir olguya dönüşmüştür.
İsrail ve ABD, gerek El Kaida gerekse diğer radikal grupların hedefi olmuştur. 2000’li yıllarda özellikle İsrail’de Filistinli “canlı bombaların” İsrail de onlarca olayda kendileri ile birlikte sivil İsraillilerinde ölmelerine neden olması, İsrail’i daha radikal önlemler almaya itmiştir.
Bu önlemlerin en önemlisi ise, bu satırları yazan yazarında yakından gördüğü ve iki tarafı ayıran “beton duvardır. ”Filistinlilerin İsrail’e çalışmaya giderken daha sıkı kontrolden geçmeleri, İsrail’in bu canlı bombalar nedeni ile turizmden büyük zarara uğraması Filistinlileri de etkilemiştir.
Bu arada Yaser Arafat Fransa’da hastane de yaşamını yitirmiş ve Filistin kendi içinde büyük bir siyasi çalkantıya girmiştir. Hamas’ın isminin duyulması 2003’ten itibaren artar. Fakat Hamas ile El Fetih arasındaki çatışmalarda , yani “kardeşin kardeşi vurduğu” çatışmalar da yüzlerce Filistinli yaşamını yitirmiştir.
Aslında İsrail’in 2006 yılında Lübnan’dan Hizbullah tarafından gönderilen Katyuşa füzeleri ile ilk defa “vurulabilir” olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Bu İsrail’in tüm güvenlik konzeptinin değişmesine neden olmuştur. Bir nevi “ “füze sendromu” İsrail hükümetini saldırganlığa sürüklemiştir. Nitekim, İsrail Gazze’ye saldırmadan önce ısrarla Hamas’ın füze atmaması için uyarılarda bulunmuştur. Bugün için gelinen nokta ise yıkılmış bir Gazze ve binden fazla, çoluk çocuk, yaşlı, genç sivil ölü.
Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e çok sert çıkışlarını Başdanışmanı Prof. Ahmed Davudoğlu, Türkiye’nin Ortadoğu’nun “vicdanı olduğu” şeklinde bir siyasi söylem geliştirdi. 23 Ocak Cuma gecesi TRT 1 de “Enine Boyuna” isimli televizyon programında bunun gerekçelerini de anlattı.
Şüphesiz Türkiye’nin Ortadoğu’nun vicdanı olma arzusu yerindedir. Fakat bunun Arap yönetimleri tarafından ne derece kabul gördüğü ayrı bir tartışma konusu. Ama Arap ülkelerinin sokaklarının duygularına tercüman olduğu doğrudur.
Türkiye’nin Ortadoğu politikalarındaki değişim ve dönüşüm önemlidir. Fakat Türkiye birinci ülke değildir. Arapların vicdanı Kahire’dir, Ankara değil.
Bununla beraber Türkiye’nin hem toplum hem de hükümet olarak gösterdiği tepki, Araptan daha çok Arap olarak yorumlandı. Prof. Davudoğlu sanırız bunu derken, Osmanlı mirasının bir yansıması olarak gördü bu tanımlamayı. Tarihsel arka plan olarak yerinde bir tespit, ama bugün için Türkiye’nin Ortadoğu’nun vicdanı olması tek taraflı bir açıklamadır ve ahlaki bir tutumdur. Siyasal gerçeklik ise farklıdır.
Sonuç olarak, Türkiye Ortadoğu’da halen bir siyasal unsurdur ve kalmaya devam edecektir. Belki de Prof. Davudoğlu’nun ve Başbakan Erdoğan’ın en büyük şansı İsrail’in Türkiye’yi bir düşman olarak görme lüksünün olmayışıdır.
Ortadoğu’da önce Arap-İsrail sonra Filistin-İsrail Sorunu olan bu çözümü mümkün olmayan sorunun bir Türk-İsrail Sorununa dönüşmemesi asıl önemli olan konudur. Siyasal gerçeklik olarak Gazze, bir Arap-İsrail sorunudur. Ahlaki olarak ise bu tüm insanlığın sorunudur. İşte burada Türkiye’nin Ortadoğu’nun vicdanı olması yerindedir. Ah bunu bir de Ortadoğulu yönetimler bir görseler!!!!