Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’nin büyük bir plan olarak Avrupa Birliği’ne ve dünyaya sunduğu uzunca bir süredir siyasi gündemde tutmaya çalıştığı “Akdeniz Birliği” projesi geçen Cuma Brüksel de yapılan iki günlük AB zirvesinde gündemi oluşturdu. Bu zirvenin ne kadarı başarı ne kadarı değil henüz saptamak zor. Ancak bilinen artık “Akdeniz” AB’nin önemli bir siyasi, ekonomik, sosyal sorun ve genişleme alanı halinde kalmaya devam edecektir.
Aslında Sarkozy’nin Akdeniz Birliği fikrini ilk ortaya attığında, aralarında benimde bulunduğum bir çok yerli ve yabancı gözlemci ve analist bu fikrin “satmayacağını “ve çok fazla” rağbet” görmeyeceğini söyledi. Çünkü önerdiği proje Barcelona sürecinin “sulandırılmış” halidir. Fakat Başkan Sarkozy bizleri yanıltmak istercesine bu işe asıldı ve küçümsenemeyecek bir noktaya getirdi. Hakkını teslim etmek gerekir. Fakat halen bu projenin ne kadar başarılı olacağı, nereye kadar gideceği halen bir soru işaretidir. O nedenle analizimizi son gelişmeleri de kapsayacak şekilde yapacağız.
Akdeniz bölgesi, Fernand Braudel’in Türkçeye de çevrilen “Akdeniz” isimli kapsamlı, geniş ve yıllar süren çalışmasında da anlatıldığı gibi Avrupa kültürünün de genel anlamda temelini oluşturur. Fransa’nın tarihsel anlamda Akdeniz bölgesine olan ilgisi, onu kendi çıkar alanı içinde görmesi, Osmanlı İmparatorluğu ile girdiği etki mücadelesi başta Prof. Halil İnalcık’ın Osmanlı’nın Klasik çağını anlatan (1300-1600 yılları arası dahil olmak üzere anlatan) eserinde, aynı şekilde Doğu-Batı dergisinde yayınladığı Türkiye-Fransa İlişkileri isimli makalesinde de vurguladığı gibi, Fransa’nın Sarkozy tarafından önerdiği proje aslında büyük bir orijinallik taşımaktan öte, Fransa’nın klasik politikalarının AB içerisinde, yeni bir liderlik arayışı olarak da değerlendirilmektedir. Burada yeni olan Fransa’nın bunu tek başına götürmek istemesine Almanya’nın “çelme takmasıdır”. Almanya Başbakanı Angela Merkel, uzunca bir zamandır bu projenin içeriği hakkındaki şüpheci düşüncelerini zaten Almanya basınında yeterince ifade etmişti. Bilindiği üzere AB’nin “iki motoru” Almanya ve Fransa’dır. O nedenle Cuma günü varılan mutabakat, aslında Fransa’nın başarısından çok, Almanya’nın bu işe “ortak “olmasıdır. Almanya’nın nasıl düşündüğünü aşağıda vereceğiz.
Gerçektende son birkaç gündür yapılan yorumlarında ortaya koyduğu gibi AB ile Akdeniz ülkeleri arasında başlaması öngörülen yeni “değerler birliği”, zaten 1995 ten beri devam eden Barcelona sürecinin daha bir formel hale getirilmiş biçimidir. Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin sosyal, siyasal ve ekonomik anlamdaki reformlarının hızlandırılması için Avrupa Birliği’nin Euromed (Akdeniz Avrupası) adı altında başlattığı bir projenin devamı niteliğindedir Akdeniz İçin Birlik projesi. 2006 Ekimi’nde İstanbul’da yapılan Euromed konferansına katılan birisi olarak da o gün yaptığımız tartışmaların aslında bugünde büyük oranda devam ettiğini söylemek gerekir. Akdeniz ve Kuzey Afrika ülkelerinin (AB’ye üye olmayanlar tabiî ki) aslında son 13 yılda hiç de küçümsenmeyecek bir diyalog sonucu belli konularda, başta sivil toplum kuruluşları olmak üzere, önemli gelişmeler sağladı. AB birçok Akdeniz ve Kuzey Afrika ülkesi ile çok önemli anlaşmalar imzaladı ve bu ülkelerin reform süreçlerine katkıda bulundu. Mısır, Tunus, Fas, Cezayir, Suriye bu sürece dahil olan 18 ülkeden bir kaçıdır. Bu anlamda Fransa’nın Akdeniz çerçevesinde önemli bir rol oynadığı tartışma götürmez. Nitekim Fransa da Akdeniz ülkeleri ile ilgili araştırma kuruluşlarının artışı ve bilimsel çalışmaların yoğunluğu bunu göstermektedir. Ama aynı zamanda Başkan Sarkozy’nin seçilmesinden önce tüm Fransa’yı saran gençlik başkaldırıları ve araba yakmalar aslında Barcelona sürecinin teorik anlamda işlemediğini, pratikte ise birçok sorunun olduğunun, Fransa örneğinde, kanıtı idi.
Başkan Sarkozy’nin başta Cezayir olmak üzere son dönemlerde Akdeniz ve Kuzey Afrika ülkelerine yönelik siyasi ve diplomatik çıkarmaları Fransa’nın yeni bir diyalog arayışı olarak da görülebilir. Bu projenin yeni bir platform sunması tartışma götürmez, ama bölgenin başta nüfus ve hızla artan İslamcı hareketler olmak üzere öylesine çetrefilli sorunları vardır ki, artık ne Fransa’nın özelde nede AB’nin genelde bu sorunu göz ardı etme lüksü vardır.
Almanya’nın ilk başlarda ayak sürümesi ama sonunda Fransa ile bu süreci birlikte götürmek istemesi aslında Almanya’nın 2001 Eylül’ünden sonra İslam dünyası içinde tarafsız konumu ve sempati duyulmasının bir sonucudur. Angela Merkel’den önce koalisyon hükümetini oluşturan Gerhard Schröder ve Joshka Fischer’in ABD’nin Irak’a müdahalesine karşı çıkmaları aslında Angela Merkel’e bırakılan çok önemli bir dış politika hediyesidir. Bugünlerde nerede ise tüm kabinesi ile birlikte İsrail’i ziyaret eden ve İsrail ile “çok özel bir ilişki içinde olan” Almanya’nın bir hedefi de, Akdeniz bölgesinde İsrail’e yönelik politikaları nötrleştirmektir. İsrail’in bir Akdeniz ülkesi olarak bazı Arap ülkeleri ile işinin hiç de kolay olmadığı zaten ortadadır. Nereden bakılırsa bakılsın, Fransa’nın ve Almanya’nın başını çektikleri “Akdeniz için Birlik” projesinin İsrail karşıtı olamayacağıda gün gibi aşikardır. Burada İsrail’in en büyük destekçisi de Araplar üzerinde etkisini hızla arttıran Almanya olacaktır. Bu birazda 1950’lili yıllarda kurulan Bağdat Paktı’nın İsrail karşıtı olmadığının İngiltere Başbakanı Antony Eden tarafından ifade edilen biçiminde görülür. Şöyle demişti Eden, İngiltere’nin yanı sıra İran, Pakistan ve Türkiye’nin de üye olduğu Bağdat Paktı için, bunun İsrail’e karşı kullanılıp kullanılmayacağı sorusuna verdiği bir cevapta:” İngiltere’nin içinde bulunduğu hiçbir ittifak İsrali’e karşı olmayacaktır. Bugünkü modern ifadesi ile Almanya’nın içinde bulunduğu bir Akdeniz projesinin de İsrail karşıtı olması düşünülemez. İşte tam bu noktada yukarıda girişte vurguladığımız bu proje ne kadarı başarılıdır sorusunu bir cevap vermek için çok erkendir. Fakat Başkan Sarkoyz’nin herkes çok “ çoşkulu idi” sözü ise tamamen siyaseten alınmalıdır. Gerçekte büyük bir “çoşkunun” olmadığı ise ortadadır.
Akdeniz bölgesinin AB ile ilişkileri Avrupa’nın istikrarı açısından önemlidir. Çünkü İtalya, İspanya, Fransa, Malta, Slovenya veYunanistan başta göç konusu olmak üzere büyük bir sorunla karşı karşıyadır. Genç nüfusa sahip ve siyasi reformlarını tamamlayamamış bir Akdeniz bölgesinin AB için sorun olarak devam etmesi kaçınılmazdır. Barcelona süreci zaten bunu bugüne kadar engelleyememiştir. AB’nin bölgeye yaptığı yardım ve destekler önemli olmakla beraber sadece yaranın üzerine merhem olmuştur ama yarayı kurutan bir çözüm olmamıştır.
Türkiye başından itibaren Barcelona sürecinde masanın AB tarafında oturan bir ülke olmuştur. Şüphesiz Türkiye son dönemlerde Fransa ile gergin bir süreç yaşasa da, Fransa ve Almanya’nın “iltimaslı ortaklık” önerisinin Başbakan Erdoğan tarafından Şubat ayında yapılan Münih Güvenlik konferansında reddetmesi ve Merkel ve Sarkozy ile öngörülen üçlü zirveyi iptal etmesi, aslında Türkiye’nin de bazı mesajlar vermek istediğinin göstergesidir. Alman ve Fransız politikaları Türkiye’yi AB üyesi olmayan Akdeniz ve Kuzey Afrika ülkeleri ile aynı kategoriye sokmak istemektedir. Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakereleri yürüten bir ülke olması doğal olarak Türkiye’yi diğer ülkelerden ayırmaktadır. Fakat Türkiye’nin önümüzdeki 10-15 yılda AB’ye tam üye olması da mümkün görünmemektedir. En azından şu anda Avrupa da esen hava, Türkiye’deki AB taraftarlarının beklentilerinin tersinedir. AB karşıtlarının şimdilik ilk raundu kazandıkları görülmektedir. Hükümetin 2008 yılını “AB yılı ilan etmesi” bu anlamda pek fazla bir anlam taşımamaktadır. Avrupa en azından 15 yıl daha Türkiye için hazır görünmemektedir. “Nişanlılık durumu” uzun süreceğe benzemektedir. Evlilik olur mu? O da zamanı gelince görülür!!! Türk tarafında niyet var da, AB tarafında niyet Kuzey Kutbundaki buzulların erimesi gibi sürekli eriyor!!!! Gidişat bu anlamda pek fazla umut verici değil. Geçen hafta Berlin, Viyana ve Bratislava’da katıldığım toplantılardan edindiğim izlenim, Türkiye-AB ilişkilerinde bahar havasının esmediği gerçeğidir. Gerçi AB Türkiye anlamında ne yardan ne serden vazgeçiyor. Türkiye zaten “ucu açık” bir müzakere kabul etmemiş mi idi ?
Akdeniz için Birlik Projesi, Sarkozy’nin “ilk siyasi bebeği” olarak görülebilir. Projenin başarısı AB ‘den çok bu ülkelerin kendi iç dinamiklerine de bağlı olacak. Türkiye’nin bu projede yer alması ve desteklemesi şüphesiz yerinde bir yaklaşım olacaktır. Merkel ve Sarkozy’nin Türkiye’den bu bölgede faydalanmak istemeleri akılcı bir tutum olarak görülebilir. Fakat Türkiye’nin hem bölge ülkesi olması hem de tarihsel anlamda bu ülkelerin nerede ise tamamının “cemaz-ül evvelini “ bilmesi Türkiye’nin elindeki en büyük gücüdür. Fransa ve Almanya’nın bu bölgede Türkiye’siz “at koşturması” zor olacaktır. Sorun Türkiye bunu nasıl kullanacaktır, asıl soru budur.
Sarkozy’nin Türkiye karşıtlığı akılcı bilinçli tarihsel arka planı olan bir Türkiye karşıtlığıdır. Ünlü Fransız devlet adamı Kardinal Richeleu’nun “siyasi genetik mirasınıda” üstlenen Sarkozy’i bu anlamda kesinlikle küçümsememek gerekir, ama onunda Türkiye’yi “küçümsemesini önlemek” gerekir. Belki de Başbakan Erdoğan Akdeniz için Birlik toplantılarına giderken, yanına Kanuni Sultan Süleyman’nın Fransa Kralı 1. Fransuva’ya yazdığı mektubu alsa ve kendisine bir takdim etse. Kanımızca Sarkozy’nin Türkiye’ye bakışını değiştirse değiştirse bu mektup değiştirir. Önerisi bizden!!! Tabii Başbakan Erdoğan’ın da Fransız düşünür Prof. Alfred Grosser’in yazdığı “ Fransızları anlamak” isimli kitabını okumuş olma kaydı ile. Sanırız o zaman her ikisi de “ortak bir dilde” buluşurlar!!!!