2-4 Nisan tarihlerinde Bükreş‘te yapılan NATO zirvesi geçen haftanın gündemini belirlemişti. Özellikle Rusya’nın ne yapacağı, nasıl bir politika takip edeceği merak ediliyordu. Buna bir de ABD’nin füze kalkanı konusundaki ısrarlı tutumunun Rusya ile bir gerginlik politikasına sürükleyip sürüklemeyeceği tartışılıyordu. Tüm bunların yanı sıra NATO genişlemesinin nereye varacağı ve ABD ile Rusya arasında kalan AB’nin nasıl bir tepki göstereceği merak ediliyordu. Zirveye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile katılan Türkiye’nin de bölgesel bir güç olarak bu “devler arasındaki çekişmede” nerede duracağı da zirvenin pek o kadar belirleyici olmayan ama yine de tavrı merak edilen ülkelerden biri konumunda idi.
Son 8 yıldır ülkelerinin liderleri konumunda olan Başkan Bush ve Putin’in aynı zamanda son resmi zirveleri olarak da bilinen Bükreş Zirvesi’nin ana mesajı “Biz gerginlik istemiyoruz” oldu. Gerek Bush gerekse gerekse Putin “Soğuk Savaşın iki lider gücünün” ardılları olarak “birbirlerinin ayağına basmama politikası” takip ettiklerini gösterircesine karşılıklı tavizlerde bulundular.
Rusya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne “füze kalkanı” yerleştirmeyi kafaya koymuş olan ABD Başkanı’nın bu istemini “jest yaparak” kabul ederken, kendisine tehdit gelmeyeceği konusunda garanti aldı. Kaldı ki NATO-Rusya Konseyi zaten bir noktada Rusya’yı “gizli bir üye” konumuna sokuyor. Rusya ile istişare mekanizması zaten 1997 yılından beri işlemektedir.
Başkan Bush, ABD’nin Orta Avrupa’da varlığını kendi politikaları açısından bir süreklilik ve gereklilik olarak görmektedir. Nitekim Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri için “ komünizmden kurtarıcı” ülke ABD’dir. Bu ülkeler Avrupa Birliği’ne güvenlik konularında daima şüphe ile bakmaktadır ve gelecektede bakmaya devam edeceklerdir.
Nitekim bu “Avrupa şüpheciliğine” katılan iki ülke şimdi Ukrayna ve Gürcistan’dır. Nedeni de Putin’ın ısrarı karşısında bu defa ABD’nin Almanya ve Fransa ile kararı veto etmesi ve bu iki ülkenin olası NATO üyeliklerini “uyumaya “ bırakmasıdır. Uluslararası Güvenlik konularındaki uzmanların ortak görüşü, eğer NATO 1990’lı yılların o karışık ortamında ve Rusya’yı 20. yüzyılın “en zayıf anında” yakalamamış olsa ve üyelik sürecini “apar topar” gerçekleştirememiş olsa idi, bugünkü ortamda yeni üyeler alması söz konusu bu kadar kolay olmayacaktı. Nitekim, tüm bu ülkeler NATO’ya üye olmakla beraber halen Rusya’yı “enselerinde” hissetmektedirler. Bu duyguyu kolay kolay da atamayacaklardır. Güçlenen ve zenginleşen bir Rusya sonuç itibarı ile küresel bir oyuncu olarak hiç bir şey yapmasada “tarihsel sicili” açısından bir tehdit olarak algılanmaya devam edecektir.
Bugün için Rusya’nın AB ve ABD ile ilişkilerini güvenli bir raya oturtmak istemesi aslında Rusya’nın Çin ve Hindistan ile olan ilişkilerininde bir yansımasıdır. Rusya tıpkı bir kapı menteşesi gibi “Rusya kapısını” hem doğuya hem batıya açma esnekliğine sahip olmuştur. Bu Rusya için tarihinde hiç bir zaman yakalayamadığı bir esnekliği beraberinde getirmiştir. Rusya bunu akıllıca bir biçimde şimdi yeni devlet başkanı Medvedev ile de devam ettirecek gibidir.
Avrupa Birliği’nin nasıl bir şekil alacağı tabii transtalatntik ilişkilerinin yapısınıda etkileyecektir. Bilinen şey ise Avrupa’nın güvenlik konularında Türkiye’yi pek fazla içine almak istemeyeceğidir. Tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye’nin güvenlik konularında AB ile ilişkilerini son dönemlerde pek fazla tartışmadı uzmanlar. Hafta içinde 8 Nisan tarihli Hürriyet Gazetesindeki köşe yazısında İlter Türkmen bu gerçeğe parmak basıyordu. Gerçekten de Bükreşte’ki NATO zirvesi bu konuda ABD’ye daha fazla güvenileceğini ve Türkiye’nin güvenlik politikalarında ABD lokomotifinin arkasında gideceğini gösteriyordu. Türkiye’nin “denge politikaları” bu anlamda daha çok ABD ile Rusya arasında olacaktır.
Bize göre, Türkiye’deki devlet politikası halen Avrupa ile işbirliğine önem vermekle beraber “güvensizliği” yansıtmaktadır. Bunu zaten Türkiye’deki AB tartışmalarında açıkça görmekteyiz. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi bölmek istiyor şeklindeki tartışmaların bir çokları tarafından “Sevr sendromu” olarak tanımlanmakla birlikte, bu korkunun tarihasel arka planının devlet düşünce biçiminde ne kadar etkili olduğunu da görmek gerekir.
Bilindiği üzere Avrupa ülkeleri 1950‘li yıllarda bile Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkmışlardır ve sadece ABD ‘nin “baskısı ve gücü karşısında” evet demişlerdir. Bugün için ise Avrupa, Türkiye konusunda daha kendi başına ve ABD baskısı olmadan hareket etmektedir. Bu analizin temel çıkış noktası, Türkiye’nin güçlü askeri yapısı ve Türkiye’deki gelişmelerin aslında Türkiye’nin AB tarafından “sindirelemeyeceği”ne dayanmaktadır. Nitekim son günlerde gerek Barrosso gerekse Javier Solana tarafından yapılan açıklamalar “tehditkar” nitelik taşımalarının yanısıra, aslında Türkiye’nin AB güvenlik yapısında yer almayacağınında işaretlerini vermektedir. Nitekim 2000‘li yılların başında yapılan tartışmalar bunu açıkça ortaya koyuyordu.
Türkiye’nin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden sonra Balkan ülkelerininde NATO ‘ya katılmalarını desteklemesi aslında AB’ye duyulan bir güvensizliğin NATO ile güvenli hale dönüştürülmesine dayanmaktadır. Çünkü NATO sonuçta başarılı bir askeri yapılanmadır ve AB’nin NATO’yu ikame edecek bir yapıyı kurması mümkün değildir. En azından öngörülebilir bir gelecekte.
Türkiye’nin Rusya ile Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya ve Orta Asya’daki benzeşen güvenlik çıkarları sadece uluslararası terörizm ile değil aynı zamanda yeni bir siyasi anlayışında ortaya çıktığını göstermektedir. Emekli Orgeneral Tunçer Kılınç’ın Rusya alternatifini ortaya atıp tartışmaya açtığı son 4 yılda gelinen nokta itibarı ile Türkiye’de de çok şeylerin değiştiğini ve değişeceğini göstermektedir. Küresel bir oyuncu olmak isteyen AB’nin Türkiye‘yi dışlamak istemesi zor bir olay olmakla beraber, Türkiye’nin etrafındaki bölgelerde daha sert bir güç haline dönüştüğünü ama bir “yumuşak güç” olarakta ekonomik etkisini arttırdığı gerçeği ortadadır.
Hükümetin dış politika danışmanı Prof. Ahmet Davudoğlu’nun kamuoyunda tartışılan bir çok görüşü olmasına rağmen, tartışılmayacak en güçlü yanının Türkiye’ye gerçek anlamda bir çok yönlülük kazandırdığıdır. Bunun etkileri küresel ve bölgesel anlamda daha da hissedilmeye başlanmıştır. Ortadoğu dan, Afrika’ya, Asya’dan, Latin Amerika’ya kadar son yıllarda yapılan ziyaretler ve kurulan ilişkiler aslında daha önce teorik olarak tartışılan çok yönlü politikanın pratiğe döküldüğünü göstermektedir. Nitekim Türkiye’nin son aylarda başta Kuzey Irak’a yaptığı operasyonlar ve uluslararsı anlaşmazlık bölgelerine barış gücü askerleri göndermesine kadar kendini hissettiren bu süreç önmüzdeki dönemde de devam edecek gibi gözükmektedir.
ABD Türkiye’nin bu konumunu iyi okumuştur ve Türkiye ile küresel politikalarda, Türkiye’de çok tartışmalı olsa da, “stratejik ortak” kavramını uygulamaya sokmuştur. Avrupa Birliği’nin bu anlamda ABD kadar stratejik düşünmediğini, daha doğrusu Finlandiya eski cumhurbaşkanı Marti Ahtisari başkanlığındaki “Akil adamlar” grubunun Eylül 2005 te hazırladıkları “Yüksek Strateji ve Türkiye Raporu” aslında önemli bir görüş olmakla birlikte son gelinen nokta da Türkiye ile ilgili olarak AB halen ABD kadar kararlı olmadığını göstermektedir. Bu bizce önemli bir sorun olarak kalmaya devam edecektir.
Bükreş Zirvesi aslında Türkiye için bundan sonra da ABD yörüngesinde kalıp, Rusya’ya göz kırpacağı bir sonucu beraberinde getirmişitir. Bize göre Avrupa’nın ABD ile Türkiye konusunda görüş ayrılıkları devam edecektir. Ama Türkiye’nin de sonuçta tıpkı Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri gibi ABD’ye daha fazla güveneceği görünmektedir. ABD’nin “ipi ile kuyuya inilmez” görüşü Türkiye’de genel kanı olmakla birlikte AB’nin “ipi ile de kuyuya inilmesinin zor olduğu” bir süreç zaten ortada.
Sonuç olarak, bugün Türkiye gelecek olan Barrosso’nun ve AB Güvenlik Komiseri Javier Solana’nın “Türkiye reform sürecini devam ettirmez ise Türkiye ile ilişkiler bozulur” mesajı vermeleri sadece iç politika değil bir dış politika mesajıdır aynı zamanda. Tabii tüm bunlar Başbakan Erdoğan’ın gerek Münih Güvenlik konferansında gerekse son İsveç ziyaretinde söylediği “bizi almayacaksanız” oyalamayın mesajına verilen siyasi cevaplardır. Ancak “Avrupa’nın ne yardan ne serden, yani Türkiye’den vazgeçmeyeceği de bilinmektedir.
Kaldı ki Türkiye’de kamuoyu artık AB’nin bu gibi söylemlerini de ciddiye almamaktadır. Acaba Barrosso ve Solana “yalancı çobanı mı” oynamaktadırlar? Makedonya’nın NATO üyeliğini sırf bir isim takıntısı nedeni ile Yunanistan’ın şantajına boyun eğen bir AB’nin (NATO’nun değil) Türkiye’yi tehdit etmesi ne kadar inandırıcı olur ki? Bükreş zirvesi aslında çelişkilerin bir zirvesi de oldu aynı zamanda. Türkiye’de bu çelişkiler ile yaşamak zorunda olan bir ülke sadece. Yaşamın gerçekliği desek!!!!