Türkiye’de son dönemlerde yaşanan iç politik tartışmalar ve AK Parti hakkında kapatılma davası ile ilgili yaşanan gelişmeler Avrupa Birliği’nin tüm üyeleri tarafından büyük bir dikkatle izlenmektedir. Türkiye’de koparılan “darbe yaygaraları” ve “demokrasi” tartışmaları dışarıdan bakıldığında “bardakta fırtına yaratmaktan” başka bir işe yaramayan, Türklerin “demokrasi ile olan imtihanlarının” devam ettiği ve bununda en azından 15 yıl AB Birliği üyeliğini erteletecek bir süreç olarak algılanmaktadır.
Genişlemeden Sorumlu Komisyon Başkanı Olli Rehn’in, Türkiye reformları sürekli olarak yaparsa en erken 10-15 yılda üye olabilir derken, aslında çok iyimser konuşmuştur. Türkiye’nin AB üyeliği Cumhuriyetin 100. yılından, yani 2023’ten önce, teknik anlamda da mümkün gözükmemektedir. O nedenle Türkiye’de yaşanan gerginlik, İslami rejim tartışmaları vs. Avrupa’daki Türkiye karşıtlarının ekmeğine yağ sürmektedir. Bu anlamda da AKP Hükümeti’nin “Avrupa’nın ipine sarılma politikalarını desteklemektedirler.
Bu ne anlama gelmektedir?
Prof. Ahmet Davutoğlu’nun son Turkey Insight isimli www.turkeyinsight.com’daki 2008 yılı dış politika değerlendirilmesine bakıldığında, Avrupa Birliği önemli olmakla birlikte “merkez konu olma” konumunu yitirmiştir. Şüphesiz 2002 yılından bu yana AKP Hükümeti’nin reform politikaları Türkiye’nin önünü açan, bölgesel ve küresel anlamda Türkiye’yi “hızla demokratikleşen bir ülke” olarak ön plana çıkaran politikalar olmuştur ve bu süreç “devlet politikalarının bir devamı olarak” görülmelidir.
Özellikle Türkiye’nin demokratikleşmesinde ve şeffaflaşmasında AB ile müzakerelerin bir “Avrupalılaştırma süreci olduğu” tartışma götürmez. Avrupalılaşma sürecinin doğru veya yanlış olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ama Türkiye’nin 2004 yılında AB ile “ucu açık müzakerelere” başlamayı kabul etmesi,1987 yılında o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik topluluğuna tam üyelik başvuru yapan dönemin başbakanı Turgut Özal’ın politikalarının devamıdır.
Türkiye’de bugün AB taraftarları ve AB karşıtları olarak televizyonlarda “birbirlerine nerede ise olmadık nezaketsizliği yapan koca koca adamlar, Profesörler, işadamları, olaya sanki dün başlamış gibi yaklaşan yeni nesil gazeteciler, bağıranlar, çağıranlar, tv stüdyosunu terk eden sivil toplum kuruluşu temsilcileri, büyük TV Kanallarının “anchorman”lerinin yatıştırmaya çalışıyor gibi gösterip, aslında tartışan tarafları birbirlerine düşürmeyi içeren sözleri ve yönlendirmeleri ve onları büyük bir merakla izleyen ve ne olduğunu anlamaya çalışan ama bir türlü anlayamayan çünkü konuyu başarı ile dağıtmayı başaran tartışmacılar sayesinde, yeni nesil ile “bunlar zaten hiç değişmedi” diyen eski nesil arasındaki yaklaşım farklılığı aslında Türkiye’yi “en büyük tartışma kulübüne” döndürmekle kalmayıp, dışarıdan bakıldığında “bu insanlar neden böyle birbirlerine bağırıp çağırıyorlar” imajını vermektedir.
Avrupa Türkiye’yi anlamaya çalışıyor ama anlaşılmamaya gayret gösteren ise Türklerin kendileri görüşü ağırlık kazanmaya başlıyor.
Tarihsel bir kronoloji yapma zorunluluğunda kalarak Türkiye-AB ilişkilerinin önemli dönüm noktalarını hatırlamakta fayda var.
1987 yılında o zamana kadar Soğuk Savaş’ın da etkisi ile oldukça yavaş giden veya Türkiye’nin pek o kadar da üzerine düşmediği AET, Başbakan Turgut Özal’ın Türkiye Avrupa ile mi yoksa ABD ile mi devam etmesi gerekir düşüncesine açıklık kazandırmak için AET’ye tam üyelik başvuruşunu yapar. Temel düşünce, Türkiye’de hakim olan entelektüel bulanıklığı sona erdirmek ve AET’nin Türkiye ile tamamı devamı konusundaki kesin tavrını öğrenmektir. Bilindiği üzere Özal, daha çok Amerika’ya sempati duyan, Ronald Reagan ve Margareth Thatcher ile Soğuk Savaş’ı bitirmeye kararlı olan liderlerdendir.
Turgut Özal, Sovyetler Birliği’nin dağılacağını öngören ve Türkiye’yi bu sürece önceden hazırlamak isteyen bir liderdi. 1970’li yılların sonunda CHP’nin lideri Ecevit’in dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün’ün “Onlar ortak biz Pazar” ideolojik yaklaşımını reddeden ve “Hepimiz Ortak hepimiz Pazar” mantığından hareket eden ve “Pazar ekonomisinin havariliğini” yapan Turgut Özal, bu müracaatı ile “Türkiye’nin ne kadar ortak ne kadar Pazar olduğunu” anlamak istedi. Kanımızca Türk tarihinin dönüm noktalarından biridir bu müracaat.
1989 yılında AET, “vakit erken, fakat bu işi yapabilirsiniz (eligible)” mesajı verdi. Soğuk Savaşın sona ermesi tüm dengeleri değiştirirken, AET, 1992’de AB’ye dönüşüyor ve hızla genişleme sürecine başlıyordu. 1990’lı yıllarda Türkiye’deki koalisyon hükümetlerinin başta İnsan Hakları ve PKK Terörü ile uğraşmaları, Türkiye’yi AB ile ilişkilerinde köşeye sıkıştırıyordu. Tansu Çiller’in SHP ile birlikte koalisyon ortağı olarak Gümrük Birliği’ni imzalaması ve 1996 yılı itibarı ile Türkiye’nin Gümrük Birliği’ni uygulamaya sokması ortalığı karıştırdı. Bugün çok tartışılan Gümrük Birliği anlaşmasında hem sağ hem sol liderlerin imzaları vardır.
1997 yılında Mesut Yılmaz Lüksemburg Zirvesi sonrası AB ile “siyasi diyaloğu” keser. 1999 yılı Mayısı’nda ise Bülent Ecevit AB dönem başkanlığını yürüten Almanya Şansölyesi Schröder’e mektup yazarak, “Türkiye’nin siyasi diyaloğu tekrar” başlatmak istediğini ve mümkünse adaylık statüsünü alarak müzakerelere başlama arzusunu bildirir.1999 Aralık Helsinki Zirvesi Türkiye’nin adaylığını kabul eder ve Başbakan Ecevit Helsinki’ye giderek adaylık statüsünü imzalar.
Ağustos 2002 de Türkiye Bülent Ecevit başbakanlığında tam 35 maddeyi değiştirerek büyük bir reform sürecini başlatır ve AKP’nin daha sonra meyvelerini yiyeceği süreci başlatır.
1977‘lerde Avrupa’yı Ortak Türkiye’yi Pazar olarak gören bir görüşten bu noktaya gelmek, Bülent Ecevit’in siyasi dönüşüm hanesine yazılması gereken bir artı olarak görülmelidir.
2002 Kasımı’ndan bugüne kadar olan süreçte AKP’nin reform sürecini devam ettirmesi ve “Avrupa’nın ezberini bozması” önemlidir. Başbakan Tayip Erdoğan’ın realist ve pragmatik yaklaşımı ve “al –ver” olarak görülen ama daha çok “kazan-kazan” olarak tanımlanan yaklaşımı Türkiye-AB ilişkilerinde görülmektedir. Peki Tayyip Erdoğan’ı “ucu açık müzakereleri kabul ettiren” ve Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye tam üyelik müzakerelerini sunmasının ardındaki faktörler nelerdi?
TÜRKİYE’nin AB, AB’nin TÜRKİYE AŞKI
Önce, Türkiye açısından bakalım;
1) Türkiye tam üyelik müzakerelerine başlama kararını alarak, İslam dünyasına ve demokratikleşmeye çalışan ülkelere bak “ben başardım” sizde başarabilirsiniz mesajını verdi. Türkiye demokrasisi tüm eksikliklerine rağmen çağ atladı görüşü destek kazandı.
2) Türkiye dünyanın en büyük ekonomilerinden biri ile müzakere yaparak ekonomisini güçlendirdi. Bu Türkiye’nin dünyanın 17. ekonomisi olmasında önemli bir rol oynamıştır. 2005 ten itibaren de Türkiye “pahalı ülkeler” kategorisindedir.
3) Türkiye bölgesel ve küresel politikalarda ABD ve AB dengelerini korumaya çalışarak bir yandan “güvenliğini” diğer yandan “demokrasisini” güvence altına almıştır. Son dönemlerde Barrosso’dan Rice’a kadar Avrupalı ve ABD li siyasetçilerin Türkiye ile ilgili açıklamaları Soğuk Savaş terminolojisinden ve düşüncesinden farklıdır. Türkiye’nin istikrarsızlığının kimsenin işine gelmediği ortadadır.
4) Başbakan Erdoğan, CHP lideri Deniz Baykal’ında siyasi desteğini alarak ucu açık müzakereleri kabul etmiştir. Burada Türkiye’nin hedefi tam üyeliktir. Almanya’nın ve Fransa’nın öncülük ettikleri “imtiyazlı ortaklık” fikri Başbakan tarafından bu yıl hem Münih hem de Stockholm konuşmalarında açıkça reddedilmiştir. Bu aynı zamanda Türkiye’nin hem siyasi iradesini hem de hedefini göstermesi açısından önemlidir.
Müzakerelerin aksayarak devam etmesi hoş değildir ama kesilmesi de sözkonusu değildir.
Peki AB açısından Türkiye ile müzakerelere başlama neden önemli idi?
1) AB müzakerelere başlayarak biz bir “Hristiyan klübü” değiliz mesajı vererek İslam dünyasında büyük sempati kazandı. ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrası tüm dünyada giderek kötüleşen imajına karşılık AB daha sevimli bir portre çizdi. Bilindiği üzere, AB’ye her ülke üyelik için müracaat edebilir, ama kabul edilmesi başta Kopenhag kriterleri olmak üzere bir çok kritere bağlıdır.
2) AB daima Türkiye’yi üyelik konusunda destekleyen ABD’ye ben müzakerelere başladım bundan sonra gölge etme, bu benim işim mesajını vererek, ABD karşısında rüştünü ispat etme fırsatı buldu.
3) Rusya’ya bir mesaj verilerek, Türkiye’nin bölgesel anlamda bir sorun olmayacağını, başta enerji konuları olmak üzere, AB ile müzakere eden bir Türkiye’nin “radikal islamın “ bir kalesi olmayacağı garantisi verildi. O nedenle Türkiye’nin müzakereleri devam ettirmesi ve “demokrasi rayından ayrılmaması” gerekir görüşü hakimdir.
4) Küresel bir oyuncu olmak isteyen AB bunu Türkiye ile daha iyi yapabilir yaklaşımı stratejik düşünen beyinlerin önerdiği bir görüştür. Nitekim eski Finlandiya devlet başkanı Marti Ahtisaari başkanlığındaki Akil Adamlar Grubu bu konu ile ilgili Eylül 2005 ‘de bir rapor hazırlamış ve AB komisyonuna sunmuştur.
Nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye’nin bir “şeriat “ veya “din devletine” dönüşmesi bugünkü koşullarda söz konusu değildir. Dünyada hızla önem kazanan dini değerlerin, demokratik toplumlarda farklı biçimlerde kendini ifade etme şansını buldukları ve daha “görünür” olmaları bunun tipik yansımasıdır. İslam dünyasının Türkiye gibi demokratik bir yapıya sahip olduğunu düşünelim bir an. Örneğin Türkiye’de “İslami defile” yapılabildiği gibi, İran da, veya Suudi Arabistan da veya Sudan’da “laik defile” yapılabilse. Veya Hürriyet gzetesindeki köşesinde Ahmet Hakanın deyimi ile İslamcı Mütahhit’in zengin karısı rolünü, Laik müteahhit’in karısı bu ülkelerde olabilse. 1990’lı yıllarda CHP bir ara “mütahhit partisi olarak” tanımlanıyordu (bkz. O dönemin tüm gazeteleri!!!)
Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkileri bu noktadan sonra geri dönülmesi zor bir nokta olarak gözüküyor. ODTÜ Öğretim üyesi Sencer Ayata’nın söylediği, “Türkiye’deki İslami kesim Körfez ülkeleri tipi yaşam biçimini, yani zenginliği tercih ediyor” derken, çok doğru bir tespit yapıyor. TÜSİAD ile MÜSİAD yöneticilerinin kullandıkları arabalara, kaldıkları hotellere, oturdukları villalara, çocuklarını gönderdikleri okullara bakmak yeterli!! Hani bir zamanlar bir TV reklamı vardı, “yok aslında birbirimizden farkımız, biz Osmanlı Bankasıyız!!!” Tek farkları birilerinin toplantı arasında namaz kılması , diğerlerinin ise kılmaması!!! Bununda AB üyeliği ile ilgili olmadığı AB yetkilileri tarafından bildirildi!!!
Aynı zamanda Can Dündar’ın Milliyette yazdığı gibi ikinci defa evlenen çok meşhur bir TV yıldızının “Kına gecesi” gecesi yapması hangi değerleri yıkıyor veya güçlendiriyor?
Avrupa bunları takip etmiyor mu zannediyorsunuz? Tam bir tuluat havası var ülkede. Herkes bir taraftan çekiyor ve kafalar karışık!!
Bir konu kesin, eğer Türkiye günün birinde AB üyesi olursa, kaldı ki Türkiye fiilen AB içindedir, sadece bebeğin adı konulmamıştır, gerçekten Avrupa çok daha ilginç olacaktır.
En azından iki haftadır ders verdiğim Polonya’da yaptığım uzun tartışmalar sonucu verdiğim nokta budur. Türklerin Batı dan vazgeçmesi, Batı’nın da Türkiye den vazgeçmesi çok zor, hem İslamcısı hem de laikleri ile birlikte!!!!!