“Geçen gün yolda karşılaştık, selam bile vermeden geçtin, farkında mısın?
“Ne zaman? Seni gördüm de selam mı vermedim? Hiç öyle şey olur mu? Fark etmemişim, nerde karşılaştık? ( sanki son yıların ya bulaşıcı ya da modası, bu anı hemen hemen herkes yaşıyor)
Bakmakla görmek arasındaki farktır bu. Onca şeye bakarız da bazılarını görürüz, bazılarını görmeyiz.
Bir örnekle anlatmak gerekirse, eskiden okuduğunuz bir kitabı yeniden okuyun veya gördüğünüz bir filmi tekrar seyredin, kısa bir zamanda kimi yerlerini ilk defa okuyor veya ilk kez görüyormuş gibi gelir. ( gelmiştir, aynı filmi seyrettiğimiz de genelde burayı kaçırmışım, demek böyleymiş, deriz.)
Bir akşamüzeri kendinize beş dakika zaman ayırın. Aklınızdan her türlü düşünceyi çıkarın. Beş dakika çevrenize bakın. Ağaçlara, oynayan çocuklara, bulutlara bakın. Başka bir şey düşünmeden bakın, şaşacaksınız ne çok şey gördüğünüzde. Halbuki her gün oradan geçersiniz, gündelik koşuşturma da neler kaçırmışım hiç fark etmemişim dersiniz. Beş duyumuzu hiç de gereği gibi kullanmadığımız ayrımına pek varmayız.
Oysa bakmak başka şeydir, görmek başka. Aşk edebiyatında bu durumun güzel örneklerinden biri, Leyla ile Mecnun’un öyküsüdür. Leyla’nın aşkı uğruna çöllere düşen, başıboş gezen Mecnun’ a her kez üzülmektedir. Üzülenlerden biri bir gün Leyla’yı merak eder, gidip onu görür. Bakar ki, kara kuru bir kız. Şaşar kalır “Mecnun bu kızın nesine tutulmuş da böyle dolaşıp durur?” der. Mecnun’u bulup fikrini söyler. Mecnun’un yanıtı şudur; “sen bir de benim gözümle görebilsen”
İnsanlara bakışlarımız da öyle şeyler anlatabiliriz ki, değil mi? Eşimize, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza, dostlarımıza hep gündelik hayatın içinde, sıradan, alışılmış bakışlarla bakmıyor muyuz? Görmeyen bakışlarla. Görmeye başladığınızda da çelişkiye düşüp, sonra da şaşırmıyor musunuz? (ne olmuştu da farkına varıldı?)
Kocam birden değişti. Karım eskisi gibi değil, birden çok değişti. Oğlumu tanıyamıyorum, bu kıza ne oldu böyle ya. Komşuya ne oldu da kötü kötü bakıyor?
Aslında, kimse birden bire değişmiyor. Ama biz, görmeyi bilmediğimizden sadece bakıyoruz. Bakıp geçtiğimiz için, sonradan gördüklerimizle şaşırıp yanlış kişi, yanlış insan deyip yanılgımızda hiç payımız yokmuş gibi kendimizi savunuruz. İşte bu yanlışlıklara düşmemek için her yeni tanıştığınız insanı iyi izleyin ki sonradan sizi üzecek unsurlar az olsun.
Onun için görme, işitme, dokunma, koklama, tatma duyularımızı iyi kullanmalıyız.
Sesler, sözler kulağımıza geliyor. Peki, biz bunlardan ne anlıyoruz? Belki de kendi anlamak istediklerimizi anlıyoruz. Hiç üzerinde durup düşünüyor muyuz? ANLAMAK işine önem veriyor muyuz, zaman ayırıyor muyuz?
Mesela bu tür konuşmalar neden insanlar arasında yapılıyor sanırsınız?
“Ben sana bunu daha önce söyledim. Sen önem vermedin?”
“ Söyledim, bak farkına bile varmamışsın?”
“Hep böyle yaparsın sen?”
Aslında daha sonra haklı olmak için iyi bir kaynaktır, söyleneni duymamak, söyleyeni hep haklı çıkartırda, gene de bu anlaşmazlıklar küçük gibi görünür ama, işitmekle duymak arasındaki ayrımı ne güzel yansıtır. İşitmek başka şeydir, duymak başka şey, bazen duymak istediklerimizi işitiriz bu tehlikeli bir oyun çıkarcılığa girer.
Zamanla vıdı vıdılarla beyin yoruluyor onun içinde sıradanmış gibi olup hiç algılanmıyor. İşte o zaman ip çoktan aşınmış oluyor. Mesela tren yoluna yakın bir yerde oturan anne gece geçen tren sesleriyle mışıl mışıl uyurken, gece boyu gecen tren seslerinden rahatsız olmazken bebeğinin ilk ağlayışı ile uyanıyor. Annenin bebeğinin sesine karşı duyarlılığı her şeyin üstünde, tren gürültüsüne alışmış, alışkanlıklar duyarlılığı azaltır.
Gerçekten, duymadığımız nice heyecanın nerelere yitip gittiğine de açıklıyor. Heyecanlar, alışkanlıkların tekdüzeliğinde yok oluyor.
Dokunma en önemli duyularımızdan biri değil mi?
Üzüntülü bir zamanımızda omzumuza dokunan bir elin bize verdiği güç nedir, omzumuza dokunan bir insan elinin bize verdiği şey nedir, neden ağlamaklı olduğumuzda bir arkadaşı destek isteriz, sevdiğimiz bir insana neden dokunmak isteriz? “ bana ilk dokunduğu zaman bir tuhaf oldum” haz almanın verdiği mutluluk.
Sevmediğimiz bir insana neden dokunmak istemeyiz? “bana dokunacak diye korktum. Tüylerim diken diken oldu”
Bir sevgiyi, bir nefreti, bir isteği, bir arzuyu, bir uzaklığı dokunma duyusu ne açık belirtir.
Bir anda içimizden gelen bir sevgiyle, içimizden gelen bir şefkatle eşimizin saçlarını okşama duygumuzu ne zamandır duymadık?
Sakin bir akşam, kadının birdenbire kalkıp eşinin saçlarını okşadığını düşünelim. Eşi ne yapar acaba?
Saçını okşayan eli tutup öper mi?
Başını kaldırıp “ hayrola, ne var şimdi” diye sorar mı?
“okuyorum şimdi, görüyorsun” mu der?
Yoksa farkına bile varmaz mı?
Eşiniz size şöyle sevgiyle, şefkatle dokunmayalı ne kadar oldu?
Dokunma duyumuzu ne kadar az kullanıyoruz. Bence sevmek dokunmaktır. Günlük hayatımızı şöyle bir düşünelim. Nelere dokunuyoruz, nelere dokunmuyoruz diye.
Galiba en az birbirimize dokunmuyoruz. En az insana dokunmuyoruz. Oysa, dokunmak nice incelikli, nice duyarlı bir duygu.
İyi kokular, kötü kokular, güzel kokuları alan, koklama duyumuz var. Kadınların kokuları daha iyi algıladığı bilimsel bir gerçek. Her insanın kendine özgü bir kokusu vardır.
İnsan kokusu kendine özgü bir dünya, bir çocuk annesinin dolabının kapısını açıp da duyduğu kokuyu içine çekerek burası annem kokuyor dediği zaman hiç şaşırmayın. O afacan doğruyu söylemektedir. Orada annesi kokuyordur. Bir erkek sevdiği kadını kokladığı zaman, bir kadın sevdiği erkeği kokladığı zaman önemli bir duyu yaşanmaktadır.
Duyuların daha birçok boyutu var. Bilemediğimiz, körleşmiş, duygusuzlaşmış, aşınmış kullanıyor sayıp da kullanmadığımız. Kullanma gereğini duymadığımız, ayrımına varmadığımız…
Tat alma organımız dilimiz. Onu nasıl kullanıyoruz, yemekte mi, belki, yemekte bile değil. Önümüze konan yemeği bir an önce yiyip kalmayı düşünürken tat duyumuzu nasıl kullanacağız?
Acı, tatlı, ekşi, tuzlu, yanık. Hepsi bu (mu)?
Bir arkadaşım, “artık yemek yemekten keyif alıyorum” dedi. Haklıydı artık eskisi gibi yoğun bir koşturmaca içinde değildi. İşini kurmuş, borçlarını bitirmiş, hem devlet memuru olarak bir geliri, hem de yaptığı işin getirisi ve çalışanların verdiği mutlulukla artık arkadaş iyi bir nefes alıp yediği yemekten keyif almayı bilmekte ve bunu lanse etmekteydi, ne güzel herkese temennim kendisini hayatta tutan yediği şeyden zevk alması. Zevk ve keyif alma başlı başına bir olay.
Beş duyuyla yaşamayı belki de yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Beş duyuyla doğaya bakmayı, insana bakmayı, insanı sevmeyi, koklamayı yeniden öğrenmek gerekiyor.
Cinsellik denen şey, beklide beş duyuyla yaşamayı bilmektir. Bu yüzden duyularımızın eğitilmesi gerekiyor.
Duyularımıza hayatımızda yitirdiğimiz yeri yeniden vermemiz gerekiyor. Ne olacak demeden, olsa ne olur – olmasa ne olur demeden, bir bu işimiz mi kaldı demeden, duygularımıza bakmamız gerekiyor.
Kim bilir, bekli de “yaşama sevincini yitirmek” dediğimiz şey budur.
Hayatta olmanın mutluluğunu yakalamak, yeniden canlanmak, yeniden sil baştan yaşamak. Asıl işimiz bu değil mi?
Duygusal iniş, çıkışlarda kalp sağlığı etkileniyor, devamlı huzur olmayan, kavgalı – gürültülü, stresli bir evliliktense ayrılıp, yalnız yaşamak, yalnız olmak sağlık açısından çok daha önemli.