Ülkemiz kadınlarının durumlarıyla bu sorunun yanıtı arasında çok yakın bir ilişki var. “Çağdaş olmak” gibi bir umudumuz var mı? Yoksa giderek çağdaşlıktan uzaklaşıyor muyuz?
Eğer evlerde kullanılan mutfak aletlerine, televizyonlara bakarsanız değişen bir şey göremezsiniz. İnsanına göre, yerine göre, durumuna göre değişik şeyler görüyor insan. Biriyle karşılaşıyorsunuz son derece medeni bir insan, her şeyi rahatlıkla konuşabilirsiniz, bir başkasını görüyorsunuz, öyle görünüyor ama aslında öyle değil. Konuşurken kızıp da daha içten konuşmaya başlayınca anlıyoruz ki, aslında basit bir kişiliği var. Bütün bunlara bakınca insan neye karar vereceğini bilemiyor. Yani önceden insanlar şöyledir diyemiyorum, konuşmam, değişik koşullarda tanımam gerekiyor. Onun içinde başlangıçta herkese kuşkuyla bakıyorum, ancak hakkındaki düşüncelerim olumluysa olumlu davranmaya başlıyorum. Bu da pek doğu değil herhalde, ama elimden bir şey gelmez. Ortam böyle, insanlar böyle, benim iyi niyetim havada kaldıktan sonra ne önemi var?
Çağdaşlaşıyoruz elbette, aksi mümkün değil, ama gerektiği hızla değil. Eşyalarımız kafalarımızın içinden daha hızla çağdaşlaşıyor.
Durup dururken her şeyin değişeceğine inanmıyorum. Böyle bir şeyi beklemek safdilliktir. Erkekler kendi düzenlerini kurmuşlar, rahatlarını sağlamışlar, bunu kadınlara da kabul ettirmişler. Neden bundan vazgeçsinler ki? Biz kadınlarda analarımızdan gelen bir korku yaratmayı başarmışlar.
Kendi ev hayatımı düşünüyorum da. Annemin ömrü, Türkiye”de babamın birkaç asker arkadaşı ziyareti, tayinli akraba ziyaretleriyle yapılan gezilerin dışında evin içinde geçti. O zamanların tipik evliliğiydi işte. Erkeğin kesin üstünlüğü, ama karşılıklı saygı da var. Annem babama “bey” siz hitap etmez, babam da anneme çok saygılı ama konuşmazlar. Babam ne anneme ne bizlere sevgisini belli etmez, belli ederse şımarırız diye korkmuştur veya ayıp olduğundan. O dönemde gözler konuşur sanki sessiz sinema gibi. O zamanlar, kaş göz işareti çok anlamlıydı. Çocuk terbiyesin de önemli yeri vardı. Annemi biliyorum, bir misafir geldiğinde “hep gözlerime bakacaksınız” derdi. Hep gözlerine bakacağız. Kaşlar yukardaysa “olmaz, yapmayın” demek, kaşlar yerindeyse “peki olabilir” demek. İtaat ettin mi sen çok terbiyelisin. (bu gün çok saçma bir şey olduğunu biliyorum kişilerin, kendilerini doğru dürüst ifade etme şansı verilmeden, eziyet, işkence sus pus yalnızca oturup etrafı dinleme özürlü gibi)
Düşünün, oradan buraya geldik, az şey mi? Bizim kuşağımız için artık kocalar ilah değil, evlendiğimiz erkekler. Birdenbire ne onlar, yeni erkek oldular, ne de biz yeni kadınlar. Olsa da bu kadar olurduk her halde değişme var. Bunu görmezsek geleceği de göremeyiz. Şimdi önemli olan bizim çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimiz. Sorun burada. Sorunun önemi de şurada ki, bunu nasıl yapacağımızı bizde bilmiyoruz.
Arkadaşlarım da bilmiyor. Bilmiyoruz derken elbette deneylerimiz, sezgilerimiz bize bir ölçüde yol gösteriyor ama yeterli mi? Ben olmadığını sanıyorum. Kitaplar var, alıp okuyorum da. Ama bu iş sadece kitap okumak değil gibi geliyor bana. Gündelik davranışlarımız var ki ne kitaba sığıyor ne hesaba. Gündelik davranışlarımız var ve bunlar çocuklarımıza belki de en nemli etkili örnekler oluyor, işte orada ne kadar geleneksiz ne kadar çağdaşız, bilmiyorum.
Çağdaşlaşmak diyoruz, çok doğru. Bence çağdaşlaşma, çocuklarımızın yetiştirilmesiyle başlamalı. Çocuklarımızı doğru yetiştiremesek gelecekte onlardan ne bekleyebiliriz? Sonunda onlar da bizim gibi kadın ve erkekler olacaklardır.
Şimdi ben bunu biliyorum. Ama bilmem yeterli değil ki? Önce kafamdaki soruların doğru karşılıklarını bulmalıyım. Bunları bulmamda bana yardımcı olacak, bana destek olacak kurumlar gerekli, kişiler gerekli, bilim adamları gerekli, aile danışmanları gerekli. Bunların hiç birisi yok. Ayrıca onların da gerçek bir çözümleme yapmış olduklarına inanmam gerekiyor. Hiç değilse temelde onlarla anlaşabilmeliyim. Bunu da bilmiyorum. Sonunda iş gelip benim sezgilerime kalıyor. Nedir ki benim sezgilerim? Doğru mudur, yanlış mı, emin değilim, nasıl bir çocuk eğitimi olmalı?
Geleneksel çocuk eğitimimiz onlara insan olma eğitimi vermediği için yanlış. İşte biz, çocuklarımıza insan olma eğitimini vermeyi öğrenmeliyiz diyorum, önce insan olma eğitimi nasıl verilir?
Şimdi, özellikle erkek çocuklarının eğitiminde fark ettiğim garip bir şey var. Ondan başlamak belki daha iyi olur. Ailelerin korkuları onları kız gibi yetiştirmek. Yani erkek çocuk sert yetiştirilmezse, yumuşak olursa acaba eşcinsel mi olurlar diye. Bu çocukta kız gibi haller var. Neymiş bu kız gibi haller? Diye sordum bunu diyenlerde tam cevap veremedi. Anladığım kadarıyla bir kedi enceğinin kuyruğuna teneke bağlayan erkek, onu kucağına alıp seven yumuşak, çünkü kedileri alıp seven okşayan kız olmalı… ne alakaysa.
Bir bebekle oynayan erkek çocuğunu görsem, onun bir tuhaf olduğunu düşünürdüm. İçe dönüklük, farklı davranış ama kesinlikle bu eşcinsel diye bir yargıya varmazdım. Öyle olsa bile eşcinsellik kişinin tercih meselesidir, saygı duyarım.
Toplumumuzda kadınlara karşı olan önyargılardan söz ediyoruz, eşcinselliğe karşı olan önyargılar bunların bir parçası. Önyargıları yıkmadan, tabuları yıkmadan insanı nasıl değiştireceğiz? İnsan olma eğitiminden çocukların yetiştirilmesinden söz ederken…
Ben kadınların durumlarını sürekli değiştiğini görüyorum. Kişiliklerini bulma yolunda önemli şeyler yapıyorlar.
Toplumda bunun farkında aslında ama görmezden geliyor. Artık kadınlarımız azınlık ta olsa konuşuyorlar, yazıyorlar, hareket ediyorlar ve bunlar çok önemlidir. Kendileri için çizilen alanın dışına çıkıyorlar. Kendi alanlarını kendileri çiziyorlar. Kendilerinin karar verdiği yeni adımlar atıyorlar. Önemli olan bunlar. Geçmişte de kadınlar bir çok şey yapmıştı ama dikkat edin, hep kendileri için başkalarının verdiği kararlarının verdiği kararların uygulanmasıydı.
Açık söyleyeyim, yeni kadınları beğeniyorum. Kadın kimliğini aramalarını beğeniyorum, erkek üstünlüğüne kafa tutmalarını beğeniyorum, atılganlıklarını beğeniyorum.
Uzun süren ezikliğin verdiği sıkıntının birikiminde biraz sert olabiliyorlar. Öylede olmaları gerekiyor, bunu anlamanız gerekiyor.
Mesela benim sertliğim içimdeki kızgınlığımla içimdeki öfkede. Ben çok ezilmiş kadın olmadım, benim talihim vardı. Ama kadın ezilmişliğini gördüm. İnsan bir haksızlığı görmesi için ille de kendisinin yaşaması gerekmiyor. Benim sertliğim sözcüklerimde, davranışımda aslında bazen daha sert olmam gerektiğini de düşünmediğim olmuyor değil hani.
Kadın sorunları insan sorunlarının bir parçası değil mi? Kuşkusuz iç içe sorunlar. Ama kadın ezilmişliğini sadece sisteme bağlamak yeterli değil. Kadın sorununun kökü çok derinlere inmekle daha iyi incelenir.
Ayrıca kadınları kadınların kendi durumlarının kötülüğüne karşı çıkmalarında toplumsal yapının çatlamasına karşı çıkma özünü görmüyor musunuz? Nerde ve nasıl karşı çıkarsa çıksın, ezilmişliğine karşı çıkan kadın, aslında ezilmişlik olayının karşısına çıkmış demektir.
Kadının kendinin farkına varmasına. Kadının kendine değer verişine. Kadının araç olmaktan çıkıp insan olmasına, kadının kendinin bilincinde olmasına ve bu bilinci çevresine de anlatmak istemesine bağlıyorum.
Kadın hem kendini eğitecek hem de çevresini. Bu çevreye ana baba da girmektedir, kardeşler de, arkadaşlar da, eş de, çocuklar da. Çevre herkestir.
Ekonomik olarak bağımlı kadın ruhsal zincirlerini kıramıyor. Aslında ev çalışmasının önemli bir ekonomik değeri var ama bu değeri ne çevresi algılar ne de kadın. Onun için de kadının çalışması, emeğinin karşılığında ücret alması, bu yolda emeğinin değerinin açıklanması gerekiyor.
Kadının hayatın her yönüne katılım gerekiyor. Eve ve bir çembere tıkılıp kalmamak, hayata katılması gerekiyor.