Önce ki yazılarımın devamı olarak, bu yazımın içeriği gene kadınlara olacak. Farklı pencerelerden, farklı görüşleri, düşünceleri yazarak asıl amaç kadınların özgüvenlerinin sağlamaya çalışmak bir nebze de olsa cesaretlendirip ışık tutmak arzum, sağlıklı nesillerin vazgeçilmezi.
Kadınlar genelde kendi başlarına kaldıkların da düşündükleri şey “bir hiçim”. “Bildiğim tek şey, gerçek olan birisi, kocam ve çocuklarım bana gereksinme duyduğu için var olduğum. (yakınmaları etrafımızda mutlaka duymuşsunuzdur) Kocam çıkıp gerçek dünyaya gidiyor.(çalışmayan kadının içinde ki eziklik çalışanı gerçek dünyada yaşadığını sanmak) Başka insanlar onu gerçek kabul ediyor ve dikkate alıyorlar. O, başka olaylar ve insanlar üzerinde etkili oluyor. Bir şeyleri yapma ve değiştirme gücüne sahip. Bense bu evde, onun imgesel dünyasında oturup büyük ölçüde kendi icadım olan ve kendimden başka kimsenin umursamadığı işler yapıyorum. Bir şeyleri değiştirme gücüm yok. Benim yaptığım iş hiçbir şeyi değiştirmiyor, pişirdiklerim gözden kayboluyor, bir gün temizlediğim şeylerin ertesi gün yeniden temizlenmesi gerekiyor. Sanki, sonuçlar doğuran eylemlerde bulunmuyorum…
Kendi başıma gerçek birisi olabileceğimi, ancak kendi çığlıklarımı işittiğim ya da histeriye tutulduğum zamanlarda düşünüyorum. Ama yine bu zamanlarda, yanlış yaptığımın, hiç de göründüğüm gibi olmadığımın ya da kocamın benden nefret ettiğini söylemesi… tehlikesi son derece artıyor. O, beni sevmekten vazgeçerse mahvolurum; yaşamak için hiçbir amacım kalmaz artık ya da var olduğumdan emin olmam. Buna meydan vermemek için geri planda olmalıyım ve ondan hiçbir şey istememeliyim ya da onu kızdıracak hiçbir şey yapmamalıyım.
( kendine güvenci gelişmemiş, korkuları içinde çaresiz kalmak)”
Önemli bir sorun bu. Kadın gündelik hayatın içinde nasıl değer kazanıyor? Her gün yaptığı birbirinin benzeri, kimsenin farkına bile varmadığı, her gün yapılması zorunlu işlerin içinde, kadın giderek bir boşluk duygusuna nasıl düşüyor? Bugün de milyonlarca kadını ilgilendiren bir sorun.
Annemin zaman, zaman anlattığı benim de bunu “mutfak kavgası” diye adlandırdığım olayı aktarayım.
Olay şuydu: erkeğin anne – babasıyla oturduğu eve gelin gelen kadın (annem) mutfakta çalışmak istediği zaman, babaannem ona “kızım, sen hiç yorulma. Daha gençsin bu işlerde yenisin yorulursun. Sen odanı topla, temizliğini, gündelik işlerini yap, mutfakta yorulma. Annem babaannemin onu sevdiğini sanıp, kayırdığını düşünmüş ilk zamanlar. Ama bu yıllarca devam edipte mutfak işinin özelliğini anlayınca, kendisinin evin temizlikçisiymiş gibi görüp övgü dolu sözlerin hep yapılan güzel yemekleriyle babaanneme iltifat edilmesi canını sıkmış. Her ne kadar da kocasına güzel yemekler pişirmek istese de bu isteği içinde kalmış.
Görünürde gelinini düşünmek olan bu davranış, aslında “mutfak egemenliği”ni elden kaçırmama güdüsüydü diyebildiğim bugün babaannemin anneme şuuraltı uyguladığı korkularının baskısı. (işe yaramazlık düşünceyle, tahtını gence bırakmak korkusunu yenememiş)
Daha sonraki konuşmalar, “anneciğim sen yorulursun, mutfak işi ağır. Sen dinlen, köşende
Otur, ben istediklerini yaparım. Merak etme senden gördüğüm gibi yaparım her şeyi” böylece bilinçsizce kadınlar arasında mutfak savaşı başlamıştır. Babaanneme göre durum mutfağının elinden alınmasıydı, anneme göre ise mutfağına sahip olamama kaygısı. Babama göre ise bıkkınlık verecek bir anlaşmazlıkmış.
Sorun hiçbir zaman çözülmemiş, annem diretmiş biz ayrı eve çıkalım. Burada ne mutfağım var, ne evim… (ve böyle devam eden tatsızlıkları bir dur demek gene babama düşmüş ve Edirne’ de iş bulmuş. İlk önce gece yarılarına kadar süren yakınmalardan sonra en nihayet annemin istediği olmuş kendi evi düzeni, o tartışmalar onların Edirne’ye gelmelerine sebep olmuş. Ara sıra ziyaretler ve az görüşmeler bizimkileri çekirdek aile olmalarını sağlamış. Daha sonra da bizler doğmuşuz zaten, annem kayınvalidem iyiydi ama bana hiç evin insanıymışım gibi davranmadı sanki her an gidecekmişim gibi bir his vardı içimde.)
Babaanneme göre, gelin rahatını bilmiyordu. Elini sıcak sudan soğuk suya vurdurmuyor, gene de memnun edemiyordu, huysuzdu işte böyle olacağını bilseydi…
Anneme göreyse, kayınvalidesi kendine verilen değerin farkında değildi. Artık köşesinde otursaydı ya, yapamazdı. Bu ev hiçbir zaman kendinin olmamıştı. Oysa, elinden geleni yapıyordu, daha da yapardı, ama “kendine ait” bir yer olmalıydı. Şimdi bu kadınlar küskün müydüler?… Bu savaşın aslı, değer kazanma mücadelesiydi bence.
Sonradan, pek çok kadının, mutfağını “kendi özel tapınakları” saydığını gördüm. Bu geleneği gene, en iyi kadınlar bilir, başkasının mutfağına pek girmezler.
Kendi bağımsız evlerinin kendilerine ait yeridir mutfak. Evin her yerini birileriyle paylaşmaktadır kadın. Yatak odasını erkekle, oturma odasını evin diğer fertleriyle ama ya mutfak, işte orası kadınındır.
Belki de beslenme biçimimizde bile, bu olayın etkisi vardır. Kadın için yemek yapmak, sevilen çeşitli yemekler yapmak, bu yemekleri sevilerek yenmesi, bu yemeklerin çok yenmesi, belki de kadının değer kazanma yoludur, içgüdüsel.
Ne var ki, kadının bu değer kazanma biçimi, giderek bir bağımlılığa, bir tutsağa dönüşür. Artık bu işlerin varlığıyla vardır, bu işlerin yapılmasıyla var oluşunu özdeşleşmiştir.
İnsan hayatına anlam kazandırmak ister. Buradaki temel yanlış, “hayatına anlam kazandırmak” yolunda yanlış seçilmiştir, o zamanın şartları bayanları okullu yapmadığından iş ve meslek sahibi de olmalarını engelliyordu.
Hayatımıza nasıl anlam kazandırabiliriz?
Öncelikle bu soruyu önümüze koyup düşünerek, belki de, şimdiye kadar bu soruyu açıkça düşünmedik. Öylece, alıştığımız gibi, gördüğümüz gibi, bize söylendiği gibi yaşadık ve böyle bir konuyu düşünmedik.
Öyleyse, şimdi düşünelim…
Bunun yolu, sorumluluklarımızı yerine getirmek mi? “Ev işlerinin bu yanı var.”
Sevdiklerimiz için çalışmak mı? “Ev işleri, akraba ilişkileri.”
Bizi sevenler için çalışmak mı? “Bencilliğin dolaylı biçimidir bu.”
Çalışmak mı? “Çalışmak, bir işe yaradığını bilmek, para kazanmak, kendine art küçük bir dünya yaratmak.”
Bir mesleği uygulamak mı? “Kendini bir işle özleştirmek.”
Bir sanat dalıyla uğraşmak mı? “Resim yapmak, yazı yazmak, fotoğraf çekmek, stilist olmak, seramik yapmak…”
Sosyal çalışmalara katılmak mı? “Bir derneğe, bir partiye girmek…”
Kitap okumak mı, müzik dinlemek mi, toplantılara katılmak, konserlere, sinemalara, tiyatroya gitmek mi?
Düşünelim bakalım, hazır reçetelere bakmayalım. Biz düşünelim kendimizin, içimizin sesini dinleyelim.
Belki de hayatımıza anlam kazanmanın doğru yolu budur…