Türkiye-AB ilişkilerinde bir süredir devam eden sessizlikten sonra Türk dış politikasının üzerinde yeni fırtına bulutları toplanmaya başladı. Türk dışişleri bakanının AB Troykası ile Viyana’daki toplantısı eski tartışmayı yeniden alevlendirdi: Türkiye AB üyeliği için Kıbrıs’ı satacak mı? AB Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn Türk hükümetinin yerine getiremeyeceğini bildiği halde aynı talebi bir kez daha tekrar etti: Türk hükümetinin resmi üslubuyla söylemek gerekirse, Türk limanlarını Güney Kıbrıs Cumhuriyeti dahil bütün üye ülkelere açın. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül Troyka toplantısından sonra bunun Türkiye’nin müzakere süreciyle hiçbir ilgisinin olmadığını ve Türkiye’nin reform sürecine beklendiği gibi devam ettiğini söyledi. Aslında, limanları Kıbrıslı Rumlara açmak AB Kuzey Kıbrıs’a uyguladığı ambargoyu kaldırmadığı ve söz verdiği mali yardımı yapmadığı sürece Türk hükümeti için bir siyasi intihar olur. Şu anda Avusturya Dışişleri Bakanı Plassnik limanları açma ile ekonomik ambargoyu kaldırma arasında ilginç bir korelasyon kurmaktaydı ancak daha sonra bunu reddetti, büyük olasılıkla Kıbrıs Rum Kesiminin güçlü tepkisinden sonra.
Evet, bu AB’nin ikilemidir ve AB’nin bunu çözmek için kapsamlı bir planı yoktur. Gül birkaç hafta önce yeni olmayan ancak çatışmanın insani boyutunu yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki (KKTC) Türklerin temel insan hakları ve belli kurumların tanınmasından mahrum olduklarını tekrar vurgulayan önerilerde bulundu. Ancak AB KKTCli Türkleri adanın “siyasi mahkumları” konumuna soktu ve yanlış tarafa baskı uyguladı. Türkler 24 Nisan 2004 referandumunda verdikleri evet oyu için hala cezalandırılırken, hayır oyunun temel sorumlu aktörü Kıbrıslı Rum lider Tassos Papadopoulos hala AB ve AB kurumları ile oyun oynamaktadır. Eğer AB’nin uluslararası bir soruna çözüm bulmada başarısız olduğu bir örnek arayacak olursak Kıbrıs buna en iyi örnektir. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, AB’nin adada bir çözüm bulunmadan Kıbrıs Rum Kesimini üyeliğe kabul etmesi en büyük siyasi hataydı. Açık ki AB bu sorunu bu tip politikalarla çözemeyecektir ve Türk hükümeti AB üyeliği için Kıbrıs’ı satamayacaktır. Rehn’in bu yılın sonuna kadar Türkiye limanlarını açmalı ve ek protokolü imzalamalı şeklindeki tehditvari sözleri Türkiye’deki mevcut siyasi durumda büyük bir illüzyondur. Türkiye eğer protokolü imzalamazsa AB Türkiye ile müzakereleri kesecektir şeklinde bir tehdit Türkiye’de birçok kişi tarafından beklenmektedir ve bunu yapmak AB için daha büyük bir hata olur. Eğer AB vetosunu kullanır ve müzakereler kesilirse ne olur? En iyi senaryoda Türkiye bunu AB’nin siyasi bir gerçeği olarak kabul eder ve süreç durur. Bazı siyasetçiler hatta bazı AB ülkeleri buna çok memnun olurlar. En kötü senaryoda ise AKP hükümeti bir sonraki seçimleri kaybeder ve siyasi ve ekonomik istikrarsızlık iktisadi ve siyasi yapıyı mahveder. AKP’den sonra hangi hükümet gelirse gelsin KKTC Türkleri siyasi ve iktisadi egemenliğini kazanana kadar AB ile daha fazla müzakere etmeye hevesli olmazlar. Türk askeri adada belirsiz bir süre için kalır ve bu sefer adanın güneyinde istikrarsızlık baş gösterir çünkü radikal İslami hareketler bağımsız Kıbrıs için ölmeye hazır yeterince genç militan bulurlar. Kıbrıslı Rumlar Türklerin değişmeyeceği illüzyonuna kapılmasınlar ve vetoları ile Türkiye’deki bütün reform sürecini durdurabilirler. Tek sorumlu ülke Kıbrıs Rum Kesimi olur ve AB, Türkiye’deki reform sürecini bir kez daha başlatamaz. AB birçok yanlış karar vermiştir ancak Kıbrıs Meselesinde bu bir kez daha tekrarlanmamalıdır. AB aklının sadece Kıbrıs Rumlarının inatçı politikasına mı yoksa başka bazı çıkarları olan ve bunları yansıtan bir “Avrupalı aklına” mı dayandığını göreceğiz. Bir şey açık ki Türk kamuoyu Kıbrıslı Rumların bu küçük oyunundan bıkmıştır ve Rehn’in kullandığı AB’nin tehdit edici söylemine katlanamamaktadır ve bu söylem Rehn’in bazı iyi niyetleri olsa da onu Türkiye’de antipatik yapmaktadır.
Yeni Yunan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyannis Türkiye’nin dostudur ve Papadopoulos’un aksine Yunan siyasetinde yeni bir neslin temsilcisidir. Görünen o ki, Yunan politikası Kıbrıslı Rumların politikalarının esiridir ve birçok AB ülkesi bu politikadan bıkmıştır. Gül hükümetiyle birlikte eski KKTC lideri Rauf Denktaş’ın Cumhurbaşkanlığından inmesinde çok etkili olmuştu. Ancak referandumdan bu yana Denktaş hala haklıdır çünkü ne Rumlar ne de AB sözlerini tutmuşlardır. AB ne kadar çok bu politikayı devam ettirirse Denktaş o kadar çok haklı çıkacaktır ve Türkiye’deki bazı siyasi partiler bunu güçlü bir argüman olarak kullanacak ve hükümeti Kıbrıs’ı satmakla suçlayacaktır. Gül bu sefer düşündüğünden daha büyük bir sorunla karşı karşıyadır. Bunun nedeni AB’nin hala siyasi baskı uygulaması ve her şeyin boş sözde kalmasıdır. Eğer AB bu yolda devam ederse gelecek seçimlerdeki en büyük dış politika meselesi Kıbrıs olacaktır.
AB Troykası esasında hiçbir şey söylememiştir ve bu hayal kırıklığı yaratmıştır. Açık ki Avusturya elini ateşe sokmayacaktır. Finlandiya bir sonraki AB dönem başkanıdır ve 1999 Helsinki’de Türkiye’ye Kıbrıs’ın adaylık için bir kriter olmayacağı sözü verilmişti. AB hafızasının da iyi olmadığını görünmektedir ve bazıları bunu unutmuştur. Ancak eski Dışişleri Bakanı İsmail Cem hatıralarında Finlandiya hükümetinin nasıl Türkiye’yi adaylık anlaşmasını imzalamak için iknaya çalıştığını yazmıştır, Marti Athisaari sözlü garantiler vermiştir. Belki de dışişleri bakanı, Cem ile görüşmeli ya da daha iyisi kitabını okumalıdır. Yeterince delil vardır. Türk halkı AB’nin Türkiye’ye karşı adaletsizlik yaptığı hissine kapılmaktadır. Son kamuoyu yoklamalarının gösterdiği gibi AB Türkiye’de giderek daha fazla güven yitirmektedir. Gül’ün Kıbrıs başka bir meseledir şeklindeki görüşü AB tarafından anlaşılmamış gibi görünmektedir. Belki de Rehn’i bir kez daha Kayseri’ye davet etme ve sokaktaki insanlarla görüştürme zamanı gelmiştir. Gül çok güvenli görünmemektedir ve Kıbrıs şu anda onun kişisel problemidir.