Sömestre kötü zamana denk geldi. Tatili nihayete erdirip İstanbul’a döndüğümde !f maratonu başlayalı epey bir zaman geçmişti. Aşağıda bu yılki Bağımsız Filmler Festivali seçkisinde yakalayabildiğim 8 film hakkında fikirlerimi bulacaksınız. Evet, içlerinde bu yılki etkinliğin “gözde” filmleri yok maalesef fakat bu durumdan pek hayıflandığım söylenemez çünkü birçoğunu vizyon programında da yakalamak mümkün olacak gibi gözüküyor. Benim görebildiğim tarzda şöhreti cüssesinin arkasından gelen diğer bir çok filmi görememek ise kayda değer bir kayıp. Bu fikre şu yüzden kapıldım, seyrettiğim filmleri deyim yerindeyse kapasite-icraat ilişkisi çerçevesinde değerlendirirsek “8 film 8 sürpriz 8 görkem” değil pek tabii ama büyük bir çoğunluğunun kör cahil bir hasenat olma amacıyla yola çıkmadan kendi içindeki tutarlılığına göre kurallı/devrik bir cümle kurabilmesi önemli ve heyecan uyandırıcı. İşte dağarcığıma bu seneki !f’ten eklediğim 8 film:
Polis, s. : Filmin derdi ilk bakışta otoriteyi sorgulamak gibi gözüküyor ve buna uygun hamleler gerçekleştiriyor. Devamında aynı konu başlığının rejimi ve rejimleştirilmesi üzerine gördüklerini yansıtmaya başlıyor ki oynanabilecek en akıllıca hamle. Sonra işin içine vicdan olgusu üzerinden olgunun kişisel muhasebesi giriyor. Bu noktadan sonra şayet vicdan ve otorite ilişkisi kafamda canlandırabildiğim ölçüde zengin ve doğurgan olacağını düşündüğüm bir kıyas yöntemiyle irdelense ortaya kendini güçlü satmadan kuvvetli olmayı başarabilen bir film çıkması muhtemel. Ancak bu vicdan meselesi başkarakterin hayat içindeki “olamamışlığıyla” perçinlenince belirli bir kan kaybı yaşanıyor. Polis, s. şu haliyle de “Belirli bir düzeyin üzerinde seyretmeyi başarıyor” nitelemesinden çok yükseklerde fakat hani bir filmin kayda değer bir fırsatı tepmesi, fırsatı kaçırmasına rağmen iyi olsa da izleyiciyi yarım ağız bir hale sevk eder ya içinde bulunduğum ve anlatmak istediğim de işte öyle bir durum .
Koca Adam: Ekonomik anlamda alt sınıfa mensup ya da hangi sınıfa ait olduğunu gözetmeden kendini çağın modasına uygun dünyevi meselelerden (dolayısıyla insan ilişkilerinden) soyutlamış nevi şahsına münhasır bir karakterin üst ve ortanın gevşekliğine karşı kendine bir duruş edindiği filmlerden sıkıldım ve Koca Adam’ın tek albenisi bir süper marketin gece vardiyasında çalışan (bence bu mizansenden de hakkıyla yararlanılamamış,herkes uyurken işine bakan bir karakterin davranışları ve bilinçaltının intibası fikir bazında kulağa çok izlenesi geliyor.) , kilolu ve heavy-metal meraklısı Jara’nın aşık olduğu kızı takibi ve bu takibe kendi duygu dünyasındaki dalgalanmaların eşlik etmesi. Ne yazık ki Jara’ya 90 dakika boyunca solo yaptıran bu anlayış başlangıçta karakter tanıtımı mevzusunda ilgi çekici görünse de; karakterin aşık olması ve arkasından gelen takip sürecinde heyecan ve sempati uyandıracak, filmi sürükleyecek tarzda enteresan bir gelişim sürecine kapı aralayamıyor. Vasatlığı beraberinde getiren bu durumu hatırlarsanız 2003 yapımı The Station Agent aman aman olmasa da bir nebze kıvırmayı başarıyordu. Çünkü ana karakterini yalnız bırakmayıp sayısı az yan karakterlere, finalde kendi küçük hikayeleri göz önüne alındığında hepsini bir orta noktada buluşturacak özellikler bahşediyordu ve meskeninin göze hoşluğu duygu gelgitlerinden mütevellit bu tenha “kalabalığı” toparlayıcı bir işlev görüyordu.
Ölü Kız:Film gece 1’e doğru başladıktan 45 dakika kadar sonra bir ergenin fantezilerini loş gerilim trükleriyle izlemenin anlamı yok ama gecenin bu saatinde bu kadar insanla büyük ekranda televizyon filmi izlemenin atmosferi keyifli diye düşündüm. Derken ikinci 45 dakikada film öyle bir toparlandı ki Amerikan gençlik gerilimi geleneği böyle toparlanma görmedi. Peki kötü bir filmden tam anlamıyla iyi bir filme terfi etti mi, hayır; olumlu gidişata rağmen olabilecek en klişe finale hapsoldu mu, evet.Fakat kendine filmin o dakikaya kadar benimsediği tona üvey,yeni bir giriş, gelişme, sonuç planı yarattı.Girişte yan karakterleri hatırladı ve değerlendirmeye başladı, gelişmede işin kolayına kaçmadan, kendine yakışan cin fikirleri filme dahil etti, sonuçta da “Diri aşkın platonikliğinin karın ağrısı; bağlanmaktan ziyade aşkı öldürüp karşındakini sahiplenmekten iyi. Aşk nefes almayınca, hoyrat sahiplenme dışı haşin içi ifrit bir partner yaratmaya hizmet etmeye başlıyor. O da olgunlaştığı vakit bu kez bağlasan da durmuyor.” deyip bitirdi ki o saatten sonra da elinden ancak bu kadarı gelirdi.
Yaz Savaşları:Bu distopik animenin en kayda değer tarafı yapay zeka dehşetine farklı bir açılım getirmesi. Klasik distopyalarda yapay zekaların ya da onlardan nemalanan insan kaynaklı güç odaklarının kendi nezdinde kutsal bir hedefi olurdu. Yaz Savaşları ise zekice bir hamleyle bizi, nedenleri önemsemeden, sonuçların gerçeklik üzerindeki yıkıcı sonuçlarından haberdar olmadan, kaos ortamını bu durumdan yalnızca sınırsız keyif aldığı için yaratan ve tüm bu mücadeleye çocuksu edayla, basit bir oyun gözüyle bakan, kriterler göz önünde bulundurulduğunda olabilecek en şeytani yapay zekayla tanıştırıyor. Finalde mesaj verme telaşına düşmeden, delinin(gençler, kafası fazla çalışan orta yaşlılar ve onların tekvin ettiği çekirdek aileler) biri bir kuyuya taş atıyor ama ceremesini en çok çeken, adamakıllı çözüm için kan ter içinde kalan yine başlarında mutlak bir büyük “şef”in olduğu kalabalık aileler oluyor notunu düşmeyi de ihmal etmiyor.
Darbe:Kim Ki-duk’un yapımcı ve senarist sıfatıyla arkasında durduğu Darbe, filmlerin kalıcılık adına ördüğü “gerçekçilik” çatısı altında hayasızca arz edilen duygu sömürüsü ve değer istismarına açıkça savaş ilan ediyor. Ancak alkışlanacak olan üstlendiği bu misyon değil, onu uygularken kendi kazdığı kuyuya düşmeden; gerçeğin kurgu dünyada üçkağıttan uzak ne ölçüde hakkının verilebileceğine, kağıt üstünde iyi dengelenmiş film içinde film grameri ve deforme edilmiş aksiyon filmi kalıplarını kullanarak cevap bulmaya çalışması. Finalde; en başta kendine bir cevap belirleyip ona ulaştığı süsünü vermeyen film, irdelediği konunun mutlaksızlığına ihanet etmeden kendini bir labirente hapsediyor ki, izafiliği hem somutlaştıran hem de yok sayan bu bilinci takdir etmemek imkansız.
Bronson:Nicolas Winding Refn’in formalist bir bakış açısıyla kotardığı Bronson iyi bir biyografi ve lanse edildiği üzere sağlam bir şiddet operası olması dışında bence genel olarak delilik ve yaratıcılığın bu ruh haliyle yakın akraba olma durumu üzerine bir film. Biçimci tavır sonucu ise izleyici gözünde, delilik üzerine yapılan bir yağlı boya tablo izlenimi uyandırıyor fakat bu ender rastlanır şekilde olumsuz bir durum değil. Hayatını beyinen teslim olmadan parmaklıklar ardında kalmaya adamış bir adamın, tüm bu kısıtlamalara karşın Kazancakis’in “Hiçbir şeye inanmıyorum,hiçbir şey ümit etmiyorum. Dolayısıyla özgürüm” deyişini manidar durumun gereği olarak kendine hayat felsefesi olarak benimsemiş gibi davranması, kitlelere sansüre uğramadan ancak zihninin karanlık bir köşesinde hizmete açtığı gösteri salonundan ulaşması bu pitoresk atmosferin temel direkleri. Tüm bu resimsi öğelerin bütününün tek boyutluluğa mahkum olmasına engel olan ise Tom Hardy’nin söylenecek söz bırakmayan bir performansla ortaya koyduğu Charles Bronson yorumu.
Ölümcül Kar:Bir grup tıp öğrencisinin ıssız bir dağ evinde Nazi üniformalı zombiler tarafından bildiğimiz slasher kurallarına göre katledilmekten ziyade yendiği Ölümcül Kar en başta Nazi alt metinini dişe dokunur şekilde kullanmayan, Braindead’e çaktığı selam dışında zombi alt başlığı üzerine herhangi bir sözü olmayan bir film gibi göründü gözüme. Lakin finale doğru direksiyonu birkaç sezon önce izlediğimiz Kanlı Mesai tarzı bir yola kırdı ki bu benim takip etmekten çok keyif aldığım bir yol. Üstelik Nazi anlayışını müteveffa addedip, asıl tehlikenin günümüz pragmatist Neo-Nazizm’i olduğunu ve destekleyen kesimin liberal piyasanın değişken şartlarına göre kadrolaştığını söylemeye getirmek suretiyle de kaybolmuşken bir yol bulup oradaki izleri takip etmediğini, çalıp çırpmadan söyleyeceği okkalı iki çift sözü olduğunu ispat etti.
40:Emre Şahin’in ilk uzun metrajının en büyük sorunu hikayenin çıkış noktasının nereden baksanız anakronik bir duruma işaret etmesi. Yaşam gayeleri birbirlerinden hallice farklı bir avuç insanın yollarının para trafiği içinde kesişmesi doğurganlığı epey zaman önce sönmüş bir fikir ve ne yaparsanız yapın zekice hamleler gerçekleştirmedikçe uzun metraj bir sinema filmini sırtlayacak materyallere sahip değil. Emre Şahin’in elindeki tek silahı ise tesadüflerin bol olduğu hızlı tempolu hayatı hareketli kamera ile resmetmesi ve planları hızlı kurguyla bağlaması. Fakat senaryonun gedikleri hepsini üstünü örtüyor, tarzı gölgeliyor. Öyle ki,tahminimce bu haliyle Tony Scott bile olumlu bir şeyler söyleyemez 40 için.
Mail:ahmetcanyldz@yahoo.com