Çıkmazımız şu: Filmlerin, sinema yazarlığı unvanlı kalemler dışında kalan kümedeki sesi duyulan, imzası bilinen kitle tarafından, içerik olarak birbirlerinin aksi istikametlerde ilerlemelerini, hatta farklı tür ailelerine mensup olmalarını önemsemeden, birbirlerinden bağımsız ilhamlardan yoğrulmuş öykülerini ve bu kanadın işleniş işçiliklerinin kıyas kabul etmeyeceğini hiçe sayıp; işlerin ülkemizde epey “pop’laştırılan” tür sineması sinemamızın kanayan yarası teşhisine kuru bir pamuk bastırmaktan öteye gidemeyeceği besbelli bir pansuman işlevine hizmet etmek için ağız birliğiyle dillendirilen : ”Film her şeye rağmen teknik açıdan gerçekten de çok iyi, bigane temsilcileriyle yarışacak düzeyde” repliği ve koro parçasının bu dizesinin sahiplerinin aslında geç kalınmış bir devrimi örtbas etmek üzere gerçekleştirilen sözde bir meşrutiyetin varlığını kabul ettiklerinin farkında olmadan çalıp söylemeye devam etmesi.
En kötü filmler listelerinin şimdiden gediklisi gibi görünen Kutsal Damacana-2:İt Men’le; alabildiğine hantal bir senaryo üzerinden ilerleyen buna rağmen kusur örtmede tabir-i caizse gece gibi bir yönetmenliğe sahip Ejder Kapanı’nı, son yıllarda gelenekle özdeşleşme raddesindeki ana fikri olay örgüsüne öngörülebilecek tuzaklara düşmeden dağıtan lakin her ne kadar alaturka faaliyetlere bulaşmamaya çalışsa da gerektiğinden fazla “bizden” zombi filmi Ada:Zombilerin Düğünü’nü aynı kazanda kaynatmanın ya da aynı ipte kurutmanın; öznel iç meselelerini bir kenara koyup, olayı kuşbakışı gözlemcilikle irdeleyerek salt teknik ölçütlere çekmenin aklıselim ne gibi bir mantığı olabilir?
Olmaması bir yana bu yol yordamın mantığına inanmış cemiyetin üyeleri ne kadar ilginçtir, aynı savın avanesi olmalarına karşın kendi içlerinde de üç ayrı fikir komünü kurmaktalar.
İlk komün, işi beğense de beğenmese de filmin öyküsüne ne şekilde kenetlendiğine dikkatini vermeden teknik açıdan üstün olduğunu söyleyenler, bir diğeri filmi beğenmese de örnekse senaryosunu, belki entrikasını zayıf bulsa da teknik açıdan klişe bir “eli yüzü düzgün iş” incisi dizenler, son komün ise her zamanki gibi başat husus olarak teknik kısmın iyi kotarıldığı girizgahını gerçekleştirip, devamında filmin derdiyle tekniği arasındaki reel dengeyi soğutup herhangi bir uyruktaki sinema anlayışının(geçmişte sadece Hollywood yakıştırılması yapılıyordu, sevindirici bir gelişme)taklidi yaftasını durup düşünmeden yapıştıranlar.
Komünlerin bu politikalarını kılıflarından çıkarıp, ete kemiğe büründürmek niyetiyle, yukarıda bahsettiğim çıkmazdaki üç filmi teker teker kanımca “olması gerektiği” gibi incelemek taraftarıyım.
Kutsal Damacana-2 ile başlayalım. İlk filmden miras hayran kitlesini önemsemeden, ilk yarım saati öncül filmden kolajlanmış sahnelere ayırmak gibi hayati bir hatayla başladığı için düşük düzeyde bir seyir izleyeceğini başından belli ediyor film. Başarısızlığın elzem sebebi devam filmini ortaya çıkaran fikrin komik olmaması, komik olmadığı gibi daha ölümcül olarak filmin belirli bir tempoda akmasına mani olması. Hatta vaziyet öyle bir ölçüye geliyor ki filme ismini veren İt Men mevzusu son yarım saate sıkıştırılıyor. Kurt Adam motifinin işlenişi de doğal olarak hem mizahi hem de dramatik açıdan epey yavan bir resim çiziyor bu aceleciliğin içinde. Sahnelerin uzadıkça uzaması ayrı bir problem. Çünkü komik değiller bilakis sıkıcılar, finalde vurucu espriye ulaşamadıkları için(ama film ulaştığını zannediyor) de sıkıcılıktan acı verici anlar topluluğuna terfi ediyorlar.
Bu tahammül fersa film üzerine yazıp çizmemek büyük eksiklik değil fakat diyelim fikir belirtmemiz gerekti. Yukarıda belirttiğim hususlar dışında eklenecek farklı pencerelerden yeni görüşlerin olası olduğunu düşünmüyorum. Fikirlerin daha derin bir üslup kanalıyla izleyiciye ulaştırılmasını da gerekli görmüyorum. Hal böyleyken filmde yaratılan kurt adamın teknik detaylarını konuşmak, övmek veya yermek; bu çerçevede de filmin belli başlı sorunlarının ucunu dağlamak ne oluyor? Film üzerine düşen sorumlulukları yerine getirip, kurt adam yaratısında başarısız olsaydı, peşin hüküm kötü bir film mi olacaktı? Peki hiçbir temel gerek başarılamadan standartlar üstü bir işçilikle kotarılmış kurt adamın varlığı panayır havası yaratmanın dışında filmi sırtlayıp zirveye mi taşıyacaktı?
Ejder Kapanı’na bakalım. Filmin finalinde ufak bir artılar eksiler hesabı yaptığınızda olumlu bir şeyler söylemek çok güç. Fakat Uğur Yücel’in yönetmenliği senaryonun bir anlamda tımarı açısından kariyerinin en üst noktasında seyrediyor ve bu vaziyet filmin başında sonuna kadar ilgiyle takip edilmesi gibi Ejder Kapanı özelinde girift bir meselenin hakkını veriyor. Problemin kaynağı ise, Kubilay Tat’ın lanse edildiği üzere adalet kavramını sorgulayacak; haklılık, haksızlık, meşruiyet üzerine parantezler açacak senaryosunun kesif bir ataletle bu kavramların hiçbiri üzerine dişe dokunur bir şey söylememesi. Çok katmanlı bir senaryo yapısı kurmak amacıyla yola çıkıp, cinayet sayısını yukarı çekerek, her cinayet yeni bir katman anlayışıyla hareket edildiği için tüm bu tartışmaya açık değerler teker teker önce tehir ardından da ekarte ediliyor. Sonuçta, dramatik açıdan üstesinden gelinmesi zor sahneler filme hizmet etmiyor, kurum ve kuruluşlar üzerine edilen iki çift laf havada kalıyor. Şimdi bunu konuşmayacağız da filmin Hollywood menşeli bir sinema dili olduğunu ve bu durumun filmin üzerine konuşulabilecek hiçbir şey bırakmadığından mı söz edeceğiz? Ya da “ağır” entelektüel bir köşe yazarının dediği üzere “Senaryosunun niteliği, orijinalliği filan önemli değil, Ejder Kapanı teknik anlamda film gibi film” deyip işin içinden bu denli ucuz şekilde mi çıkacağız?
Çıkmazdaki son filme, Ada:Zombilerin Düğünü’ne gelirsek. SİYAD üyeleri Murat Emir Eren ve Talip Ertürk’ün filmini izlerken çok eğlendim(mizah örgüsü dışında arka planlarda muhtelif SİYAD üyelerini seçmeye çalışmak da kendi bazımda ayrı bir eğlence kaynağıydı) ve özgünlüğü türlü kalıplara sokulmuş bir gelenekten çıkabilecek en rafine filmi izlediğimi düşündüm. Ancak yazının başında değindiğim üzere mizahının ülke topraklarının dışında duyumsanabilecek evrensellikte olmadığını da pekala söyleyebilirim. Bunun dışında ben bu yönetmen ikilisinden duruşları dolayısıyla daha sinefil bir film beklerdim. Zombi alt başlığı bu tarz sürprizlerin yarattığı hoş anlara gebe olacağı için Tarantino tarzı sefih bir sinefillik de değil kastettiğim doğal olarak. Toparlarsak ben, Ada:Zombiler’in Düğünü hakkında gün yüzüne çıkarılabilecek düşüncelerin bu sistem etrafında şekillendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bundan hareketle de film “esprisini” sürekli kayıtta olan hareketli bir video kamera fikri üzerine kurmuşken ve biz filmi bu kameranın perspektifinden izlerken, hikayenin dilinin satır başlarını bir kenara koyup görüntü yönetmenliği üzerine övgü düzmenin, ”Ne büyük doktor,baksanıza hastayı muayene ediyor” demekten ne farkı vardır bunu komün üyelerinden öğrenmek istiyorum.
Sonuç olarak, çıkmaz dışarıdan öyle gözükse de, savunulan fikir sisteminin sığlığı sebebiyle çetrefil bir durum arz etmiyor. Çözülmesi, bir sinema filminin yapımının kolektif bir uğraş zorunluluğunu taşıdığını benimsemek, benimsenen bu yalın gerçek akabinde de deşilmesi gereken kavramın yaratının bütünü olduğuna,parça parça iskeletlerin iğdiş edilmemesi gerektiğine kanaat getirebilmek. Tür sinemasının başarı kriterlerinin salt teknik imkanlardan oluşmadığını, fikir safhasında, düşünsel vizyon bakımından türlü çelişkilerden arınmış, berrak zihinlere ihtiyaç olduğunu anlayabilmek.
Yoksa filmlere, komünlerin Türkiye şartlarını arkasına alarak giriştikleri eyyamcı bakış açısıyla yaklaşırsanız, işin kolayına kaçarak Kutsal Damacana-2 dışındaki iki işin teknik anlamda iyi olduğunu söyleyebilirsiniz. Yalnız, aynı düzeyde ilerleyen yabancı bir film gördüğünüzde rahat rahat söyleyebileceğiniz “sıradan bir tür sineması örneği” teşhisini koyarken ellerinizi başınızın arasına alıp dürüstlüğünüzü sorgulamayıp da ne yapacaksınız?
Ya da televizyonda gece geç saatlerde yayımlanan, kült değeri taşımaktan veya ağızda iyi bir B filmi tadı bırakmaktan uzak Daniel Bernhardt, Michael Dudikoff gibi isimlerin başını çektiği bilmem kaçıncı sınıf aksiyon filmlerinin bir kopyası ülkemizde çekilse olumlu anlamda kıyameti mi koparacaksınız?
Başınızı halen daha olumlu anlamda sallamaya devam ediyorsanız eğer, yazımı Kraus’un içinde bulunduğum ruh halini gayet güzel ifade eden sözüyle bitirmekten başka çarem yok.
Kraus diyor ki,”Dünyanın sonu geldiğinde emekliye ayrılmış olmak isterim.”
Siz, abarttığımı düşünmeyin sakın. Kopartacak olduğunuz kıyametin dünyanın sonunu getirmekten bir farkı olmayacak…
Mail: ahmetcanyldz@yahoo.com