Avrupa Birliği Dışişleri bakanlarının Galler Newport’ta geçen hafta yaptıkları toplantı sürprizsiz geçti. Tam aksine, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerine 3 Ekimde başlaması meselesi titiz bir şekilde incelendi ve tartışıldı ve sonuç beklendiği gibi oldu: müzakereler planlandığı gibi başlayacak.
Ancak AB ülkelerinin Türkiye’ye yönelik ortak bir politikası yoktur. Türkiye ile ilgili olan tek mesele anlaşamadıkları üzerinde anlaşmalarıdır. Bu bakımdan yeni bir şey yoktur. Avrupa’nın her zaman Türkiye ile ilgili karışık hisleri vardır. Her ülkenin iç politikasında kullandığı ve aynı zamanda Türkiye karşıtı ülkelerde “Avrupalılık” hissini, daha ılımlı ve hoş karşılayan bir görüş benimseyenlere karşı desteklemek için kullandığı kendi Türkiye resmi vardır. Avrupa Türkiye meselesinde samimi değildir ve tarihsel bir gerçek olarak samimi olamaz.
Avrupa öyle ya da böyle Türkiye ile yaşamak zorundadır ve en büyük sorun kimin Türkiye’yi öfkelendirme konusunda ilk sırayı alacağıdır. Fransız ve Alman politikacıların Türkiye ile ilgili olan bütün tartışmaları samimi değildir ve şunu iyi bilmektedirler ki Türkiye’yi AB kurumlarından ve yapılarından dışlayamazlar. Bu Newport toplantısında bir kez daha görülmüştür; Türkiye karşıtı bir blok oluşturmak isteyenler kararlarını sadece erteleyebilmişlerdir ancak bunu açık bir hayıra çevirememişlerdir. Ne Yunanistan ne de Kıbrıs Rum Kesimi müzakereleri engelleyemez.
Eğer bir ülke süreci durdurursa sonsuza kadar Avrupa’nın günah keçisi ve Türkiye’nin düşmanı olarak tarihe geçecektir. Bu nedenle tek bir ülkenin “Hayır” demesi zordur. Avrupa tarihi bu tip örneklerle doludur ve AB ülkelerinin arasındaki ilişkiler herkesin düşündüğü gibi varsayılan paylaşılan miras açısından kesinlikle çok sıcak değildir. İngiliz analizci Charles Grant kısa makalesinde Almanya’nın dünya çapındaki etkisinin ülkenin Fransız siyasetine bağımlı olduğu izlenimini vermesinde beri azalmakta olduğunu ileri sürmüştür. Başkan Chirac ve şimdi de Başbakan de Villepin Avrupa’nın yöneticileri gibi davranmaktadırlar. Grant’in analizi aynı zamanda Fransa’nın neden Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlardan bile fazla gürültü çıkardığını da göstermektedir. Türkiye’ye yönelik mesaj çok açıktır: ben AB’nin patronuyum başkası değil.
Abdullah Gül Avrupalılar tam üyelik müzakerelerine yönelik sözlerini geri alırlarsa Türkiye masayı terkeder ve bir daha geri dönmez dediğinde Türk kamuoyunu tatmin eden güzel bir retorik örneği vermiştir. Hatta başbakan Erdoğan’ın Türkiye tam üyelikten başka herhangi bir öneriyi kabul etmez ve imtiyazlı ortaklık önerisi ahlaki değildir yönündeki açıklaması aynı zamanda Türkiye’den Alman Hristiyan Demokratlara yönelik güçlü bir mesajdır. Erdoğan, Türkiye Kopenhag Kriterlerinden çok Ankara kriterleriyle devam edecektir dediğinde Türkiye’nin AB gerekli görse de görmese de reformlara devam edeceğini ima etmiştir. Ancak, Türkiye siyasi diyaloğu kesmeyecektir. Aslında, Başbakan Erdoğan Ankara kriterlerinden bahsederken bunu kastetmiştir.
Türkiye hiç bir şey yapmadan 3 Ekime kadar beklemelidir. O zamana kadar Türkiye bütün gerekli siyasi kriterleri yerine getirmiş olacaktır. Hatta Türkiye’deki muhalefet partileri bile şu anda müzakerelerin başlaması yolunda bir şeyin olmadığı görüşündedirler. Türkiye’deki siyasi ve iktisadi istikrar da bu görüşmelere bağlıdır. Avrupa’da Türkiye üzerine olan tartışma samimi değilse de sağlıklıdır. Son analizde, Avrupa ve Türkiye birbirlerini bütünlemektedirler ve Türkiye’nin Avrupa birliğini bozacağını söylemek gülünç bir durumdur. Birçok AB raporunda da değinildiği gibi Türkiye AB’ye önemli katkılarda bulunabilir.
Türkiye içte, müzakereler başladıktan sonra daha da fazla değişecektir. Hatta birkaç yıl içinde bu değişimler tam anlamıyla görülebilecektir. Hatta 1999’da Türkiye resmi olarak aday bir devlet olarak kabul edildiğinden beri toplumsal yapısında önemli devrim niteliğinde değişimler yaşamıştır. Şüphesiz, bu dış baskı devam edecektir ancak bu aynı zamanda Türk devletine ve toplumuna bağlıdır, ülke ne kadar değişimi kaldırabilecektir. Bir Avrupa devleti olma görevi aslında çok zor bir şeydir. Şu bilinmektedir ki Türkiye hiç bitmeyecek bir değişim süreci içindedir. Bazı hükümetler diğerlerinden daha fazla şey yapmışlardır. Ancak, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti teknik olarak konuşmak gerekirse 1963’ten beri gelen hükümetler arasında en devrimci olanıdır. Ancak bir tehlike daha vardır ki AKP hükümeti birçok değişim altında düşebilir. Bundan sonraki iki yıl AKP’nin müzakere-reform sürecini nasıl yürüteceği açısından önemli olacaktır. Erdoğan başbakan olarak iç politikası yüzünden güçlü bir şekilde eleştirilse de hala dünya çapında saygı görmeye devam edecektir. Erdoğan’ın artan İslami eğilimlerle özellikle radikal olanlarla nasıl başa çıkacağı açık bir sorudur.
Dışişleri Bakanı Gül’e çok saygı duyulur ve Gül yeterli bir “yedek başbakan”dan daha fazlası olarak görülür. Ancak o da bazı siyasi grupların İslami eğilimleri ile ilgili olarak Erdoğan ile aynı sorunu paylaşmaktadır. Her ikisi de şüphesiz önemli siyasi şahsiyetlerdir ancak aynı zamanda her ikisi de “Türk toplumunun İslamlaştırılması”ndan, birçok dini tarikatın desteklenmesinden ve bu tarikatlara iktisadi menfaat yollarının açılmasından sorumlu tutulmaktadırlar. Türkiye örneğinde dış politika ve iç politika güçlü bir şekilde birbirine bağlıdır ve belki de bu, AKP hükümeti ve destekçileri için başka bir sorun olacaktır.
Ne olursa olsun müzakerelerin başlaması Türkiye’nin laik yolunda daha da ilerlemesi için cesaretlendirici olacaktır. AK Partiyi destekleyen dini grupların yeni süreçlere ne kadar uyum gösterecekleri şüphelidir. Şüpheli olmayan Türkiye’nin Avrupa yönüdür. Türkiye toplumsal eğilimleri aksini gösterse de göstermese de modern ve laik bir devlet olarak kalacaktır. Biz bunu “Türk ikilemi” olarak adlandırmaktayız ve bu ikilem aynı zamanda AB için de bir sorundur. Müzakere sürecinin bu ikilemi bir fırsata dönüştürmesi umulmaktadır. Göreceğiz, ancak ilk olarak müzakerelere başlayalım!
Avrupa’nın Türk İkilemi
İçeriği Paylaş...