Seyircide merak uyandırmaktan çok onu provoke etme amacında görünen bir sahneyle/plan sekansla açılıyor film. Özü bilinen ama gösterilmeyen olay(olgu), fetişist öğeler,kısık sesle dillendirilen ne ile alakalı olduğunu bilemediğimiz ve nereye varacağını anlayamadığımız diyaloglar etrafında şekillendirilen bir körebe oyunu bu gördüğümüz. Önemli çünkü filmin genel gidişatı açısından biri reel diğeri yansımadan ibaret iki ipucu bırakıyor zihnimizin muhtelif iki yerine. İlk ipucunun getirdiği olasılık, müstehcen ve çok eşli bir aşk gerilimi izlememiz. İkinci olasılık ise sahnenin öbür yüzüyle bağlantılı şekilde epey yol kat eden amma velakin bir noktadan sonra parça parça dört bir yana dağılacak, finalini bulmakta zorlanacak, şahıslar üzerinden ilerleyen tematik hikayelerle kendine sil baştan bir final yaratıp, finalin ait olduğu film türünün sanki tüm filme hakim olduğunu zannettirerek seyircisini uğurlayacak tür cambazı bir film izleyecek olmamız. Ardından gelen karakter tanıtımı kısmı ise senarist Onur Ünlü’nün eminim yazarken çok eğlendiği bir kısmı teşkil ediyor ve az önce bahsettiğim olasılıkların hangisinin gerçekleşeceği merakına kısa bir mola verdiriyor. İlk intiba önemlidir düsturunu önemsemeyen, bunun yerine filmin gidişatı açısından hiçbir öneme sahip olmayan “kahraman uyanır, elini yüzünü yıkar, hazırlanır ve işine gider” gibi bir olay örgüsüyle başkahramanı Orhan’ı(isime dikkat) tanıtıyor film. Bariz bir kötü film başlangıcı gibi görünse de senaryonun Ünlü imzası taşıması bu ihtimali bertaraf ederken başka muammalara kapı aralıyor. Senaryonun genel niteliklerinden ve bu muammalardan birazdan Onur Ünlü’nün kalemini ve sinema gözüne de işin içine katarak bahsetmeye çalışacağım. Şimdi karakter tanıtımı üzerinden bir şeyler söylemeye devam etmek niyetindeyim. Orhan Eskişehir’de yaşamını idame ettiren üniversitede bir edebiyat öğretmeni. Aslen Doğu’lu. Filmin izleyici profilinin ilgi kıstasları bakımından epey karizmatik bir kahraman. Belli başlı diyaloglarla bize hissettirildiği şekilde kızların gönül zembereğini fark etmeden kurmuş, onları ilgilerini cezp ediyor. Bunun yanında yüklü bir mirasın tek varisi. Ağzından döküldüğü üzere “çok parası var”. Ilımlı ve iyi biri. İhtisasına çok hakim. Hayatın dramatik yapısının her bir parçasına “söz sanatları”nın kendisine verdiği imkanlarla yaklaşıyor, bir bakıma edebiyata bu dramatik yapının işlevsel bir öğesi muamelesi yapıyor. Uzun lafın kısası yazıldığı çok belli, konuşmaları kendinin farkında, yapay bir kahraman Orhan. Çünkü her şey yolunda ilerliyor. O da bunun farkında ki kendine yeni bir hayat vadeden bir taktikle düzenini başka bir şehre taşımak istiyor. Bu taktiği hayatın en önemli kararını teşkil eden basamağa adımını atmak suretiyle de perçinlemek istiyor. Lakin filmin gerçek anlamda fitilini ateşleyen olay da aynı süre zarfında ortaya çıkıyor. ”Mükemmel” Orhan evlenmeyi istediği “mükemmel” kadın Ayşe(yine isme dikkat) tarafından yüzünü bile göremediğimiz büyük ihtimalle “mükemmellikten” uzak bir adamla aldatılıyor. Orhan şaşırıyor, öfkeleniyor, şimşekler çakıyor… Hiçbiri önemli değil. Önemli olan yapaylık kozası yırtılıyor, film başlıyor.
Acı Aşk aldatmak değil aldatılmak üzerine bir film. Aşık olursan aldatılırsın, seversen sürünmez bilakis sen süründürürsün etrafındakileri/sana aşık olanları diyor film izleyicisine. Tabii maskulen tarafı dişi tarafına daha ağır basar şekilde söylüyor bunu. Orhan aldatılmanın getirdiği depresif duygularla, hafif bir tesadüf yeliyle başka bir kadınla tanışıyor. Oya ile. Bu kez aşk yok, sevmek var sadece. İçinde deyim yerindeyse bir uzvunu kaybetmiş olmanın yol açabileceği ölçüde büyük bir eksiklik hisseden Orhan flört bile diyemeyeceğimiz, çiftin birbirlerine karşı olan sevgilerini özümsemekten çok geyiğini çevirdikleri bir dönemden sonra Oya ile evleniyor. Evliliğin en büyük destekçisi intikam duygusu. Devamında filmin ikinci kırılma noktasını temsilen bir kaza gerçekleşiyor, Oya görme yetisini kaybediyor. Sonra Ayşe tekrar Orhan’ın hayatında yer edinmeye çalışarak olay örgüsüne dahil oluyor. Ardından Orhan yeni şehri İstanbul’un Eskişehir’in öğrenci profilinden hayli farklı öğrencilerinden biriyle, Seda’yla da gönül ilişkisi olarak isimlendirilemeyecek ölçüde dejenere bir ilişkiye daha başlıyor. Bu laf kalabalığının ardında yatan tek bir mesele var. Orhan kişiliğini baştan aşağı yenileyip, finale doğru daha belirgin hissedilmeye başlanan plancı, ipleri kendi lehine sıkı sıkı tutan bir karaktere dönüşmüş olsa da hep aynı kadını seviyor aslında. O kadın da kuşkusuz aşık olunca beter duruma düşmekle cezalandırıldığı Ayşe’yi arketip alan aldatılmış bir zihnin yeni baştan şekillendirdiği kadın. Üç farklı kadında üç farklı evre suretinde. Oya henüz olgunlaşmamış, masum(çocuk)tarafı; Seda sorunlu bir ergenlikten yeni çıkmış, kadın olmaya adımını yeni atan, hırslı ve haşin dönemi; Ayşe ise olgun, ne istediğini bilen, terk edilmenin getirdiği pişmanlıkla yoğrulmuş, iyi kalplilikle gözü karalık arasında gelgitler yaşayan, kadının şehvet duygusunu önemli ölçüde yitirdiği zamanın sınırında olan tarafı canlandırıyor. Şartların müsait duruma gelmesi rollerin değişmesine vesile oluyor. Eskişehir’in saflığını kirleten aldatma bu kez İstanbul’un karakteristik kiri pası içinde bir ödeşme aracına dönüşüyor. Onur Ünlü Orhan karakterinin üç kadını birer birer aldattığını yansıtmak istemiyor. Derdi üç kadının ayrı ayrı “aldatılmasında”. Oya; kör olarak Orhan’ın içinde filizlenen mutluluk tohumlarını biçerek onu hayal kırıklığına uğratıyor, başladığı yere döndürüyor, aldatılıyor. Ayşe; zaten hükmü geçmişte verilmiş, Orhan’ın nezdinde cezasını çekmek üzere geri dönüyor, aldatılıyor/en büyük kozu elinden alınıyor. Seda Orhan’ı hafife alıyor, onu tekelinde tutmak istiyor, hayatının hatasını yapıp tehdit ediyor, aldatılıyor/aldatılmaktan beter ediliyor. Bu açıkça sistematik bir döngüye işaret etse de Ünlü’nün kalemi sistematiklikten nefret ettiği için yazının başında belirttiğim ikinci olasılığa yelken açarak karakterlerin fütursuzlaştığı, ayakta kalan tek kişi olmayı başarmak için çeşitli entrikaların döndürüldüğü, risk ve intikam kavramlarının kendini her şeyden çok gösterdiği bir kulvara geçiyor. Olay örgüsü temasını değiştiriyor ve filme planların en kusursuzunu yapabilen ve hayatta kalabilmek için kanının dökülmesine izin veren erkekle; en büyük riski alabilen, en büyük fedakarlıkta bulunabilen ve muhafazakar bir hamleyle masumiyetini şer olanı ortadan kaldırmak için kirleten kadının zaferi noktayı koyuyor.
Acı Aşk ilk bakışta zannedildiği üzere arabesk filmlerin, filmlerin beslendiği durumların/klişelerin hicvedildiği bir parodi filmi değil. Ertem Eğilmez’in Arabesk’i ile benzer noktaları olduğu tartışılmaz lakin filmin içerdiği kara mizah hiçbir zaman bir kara komedi iskeleti oluşturmak için kullanılmıyor. Daha yalın bir şekilde söylemek icap ediyorsa kötü film gramerini kopya ederek “o kadar kötü ki iyi” kontenjanından faydalanmak istemiyor. Yazının başında belirttiğim ilk olasılığa da çok fazla yüz vermiyor Acı Aşk .Bana göre bu tercihin sebebi filmle ilgili yazıları okuduğum kadarıyla yazarların fikir birliğine vardığı Doğu’luluğun getirdiği muhafazakarlık değil. Evet filmde duygusal değil fiziksel aldatma ön planda tutuluyor. Lakin filmin tam anlamıyla yapılandırılmış bir sevişme sahnesi içermemesi bu Doğu imgesini değil senarist Onur Ünlü ve yönetmen A. Taner Elhan’ın Paul Verhoeven’in Turkish Delight’ı gibi aşkı, sevgiyi, aldatmayı ve ayrılığı -cinsel unsurları epeyce öne çıkartarak- Love Story bazında bir nevi çürüten, parodiyi bu şekilde filme kanalize eden bir iş ortaya koymak istememelerinden kaynaklanıyor kanımca.
Onur Ünlü senaryoları ve filmleri ifrat-tefrit dengesini gerektiği ölçüde oluşturamamış işlerdir. Senaryosunda imzasının bulunduğu Kalbin Zamanı işin içine evvelden beslenen çok kahramanlı, polisiye unsurlar içeren bir aşk hikayesi yerleştirmeye çalışan ama yönetim ve metin bazında sınıfta kalan, kötü bir filmdi. Yazıp yönettiği ilk film Polis çok başarılı bir ilk bir saatten(hatta bir buçuk)sonra acayip derecede yavanlaşan ve yönetimin şiddetli bir özensizlikle imtihan edildiği tam anlamıyla yarım başarılmış bir filmdi. Ardından gelen Çocuk daha önceki bir yazımda tanımını yaptığım üzere “seyredilebilirlikten yoksun” bir filmdi. Zaten kendisi de “Çocuk”u filmografisinin bir işi olarak görmemekten yana. Üçüncü film Güneşin Oğlu ise son yarım saatteki özensiz yönetim dışında eğlenceli bulduğum bir iştir. Hatta Polis ve Çocuk’ta başarılamayan bir çok işin bu filmde kıvırıldığını düşünmüşümdür. Lakin filmin bir tek eleştirmen tarafından bile beğenilmeyip, açıkça linç edilmesi üzerine “Acaba aynı filmi mi seyrettik?” diye de kendime sorduğum bir filmdir. Dördüncü filmi Beş Şehir daha göremediğim fakat bu seneki Altın Portakal’da En İyi Senaryo Ödülü’nü alması ve uzun bir Ahmet Kaya klibine benzetilmesi dolayısıyla epey merak ettiğim bir film.
Acı Aşk, Beş Şehir’i işin içine katmadan değerlendirdiğim vakit Ünlü’nün teknik anlamda en iyi senaryosu. Ünlü’nün önceki işlerindeki sözde özgünlük(bir fikir,bir üslup yalnızca bizim sinemamızda daha önce kullanılmadığı için özgün sayılamaz)ve abartılı ezber bozuculuk kavramlarını önemli ölçüde dengelemeyi başardığı ilk film. İlk paragrafta değineceğimi söylediğim muammaların ilki Ünlü’nün ilk kez karakter ve insan vasıflarının oluşturduğu politik-hayat görüşü bakımından alenen taraf tutması. Ünlü’nün önceki filmleri kudretli bir karakterin kaybetmeye başlaması ve finalde kaybedecek bir şeyin kalmayıp hiç olması üzerineydi. Burada daha önce bahsettiğim üzere bir ters devinim söz konusu.İ kinci muamma önceki işleriyle benzer bir özellik gösteriyor. Ünlü finale doğru ya bocalıyor, ya da finali getirmemek için elinden geleni yapıyor. Acı Aşk birkaç yerde hedefi on ikiden vuracak finallerden özenle kaçınıyor, yerini özensiz yazılmış yeni olay örgülerine terk ediyor. Filmin kısa süresine rağmen özellikle finale doğru epey sarkması bu sebepten vuku buluyor. Özensiz metin yazarlığı ve yönetmenliği Onur Ünlü’nün olumlu anlamda karakteristik bir özelliği olarak görüp, bunu her filmde isteyerek harekete geçirdiğini düşünmek bana göre saçma bir sav olsa da aksini düşünmekte aynı ölçüde olası görünmüyor.
Onur Ünlü kendi retrospektifinden faydalanmayı çok seven bir yönetmen-senarist. Acı Aşk’ın Orhan’ı Güneşin Oğlu’nda Haluk Bilginer’in hayat verdiği Alper Canan karakterinin gençliği adeta. İkisi de edebiyatla haşır neşir, aynı üniversitede ders veriyorlar ikisi de kadınlara düşkün.(Hatta Alper Canan’ın trajik ölümü de bu düşkünlük sonucu gerçekleşiyordu.)Acı Aşk’ta ayakta kalmayı başaran tek kadın Oya’da yine Güneşin Oğlu’nun masumu Alper Canan’ın değer vermediği eşi Cahide Canan’ın türevi özellikler gösteriyor. Orhan’ın planını uygulamak üzere ortaya çıkan maşa işlevli siyah takım elbiseli kötü adamlar da Polis’ten fırlamış izlenimi uyandırıyor. Eski Park Otel inşaatı Güneşin Oğlu’ndaki benzer işleviyle değerlendiriliyor. Bunlar hoş ayrıntılar.
Senaristin nevi şahsına münhasır bir isim olması, senaryoyu filme alan yönetmen açısından bıçak sırtı bir durum teşkil etse de A. Taner Elhan’ın varlığı anlaşılmayan, yokluğu hissedilmeyen(ki bunu başarmak zordur)ender tarzda bir yönetmenliği var .Her şeyden evvel pürüzsüz, tökezlemeyen özetle tertemiz bir sinema dili var Elhan’ın. Filmi Ünlü’nün değil de Elhan’ın yönetmesinin filme kattığı en pozitif özellik de bu gerçekçi sinema dili kuşkusuz.
Acı Aşk tam anlamıyla gerçekçi bir film değil fakat yukarıda belirttiğim etken de filmin gerçeklikle olan organik bağını kopartıp, bizde Nuran Devres tarzı olarak bilinen, karakterlerin permütasyon hesabıyla birbirleriyle oldurulduğu işlerden biri olmasını engelliyor.
Emin olun bundan daha iyisi de olamazdı zaten…
Mail:ahmetcanyldz@yahoo.com