1 Eylül’de Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları toplantısı gerçekleşecek. Toplantı olağan işlerin dışında bir gündeme sahip olacak. Birçok ilginç mesele ve tartışmanın ortaya çıkacağı kesin ve en önemlisi Türkiye meselesi. Alman Hristiyan Demokrat Partisinin lideri ve Başbakanlık adayı Angela Merkel AB üyesi ülkelerdeki Hristiyan Demokrat Parti liderlerine bir mektup gönderdi. Mektup bir yıldan beri ortada dolaşan fikirleri içermektedir: Türkiye’ye 1999’da Helsinki’de ve geçen aralıkta Brüksel zirvesinde önerilen tam üyelik statüsü değil imtiyazlı ortaklık statüsü önerilmelidir. Bu mektup, Türkiye için önemlidir çünkü ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın 1964’te gönderdiği siyasi mektup büyük bir siyasi etki yaratmış ve Türkiye-ABD ilişkilerinin bozulmasına ve 1974 Kıbrıs müdahalesine neden olmuştur. Bu sefer bu mektup büyük olasılıkla aynı büyük etkiyi bırakmayacaktır ancak Türkiye, Almanya ve mektubu destekleyen diğer ülkeler arasında büyük bir güven kaybı olacaktır. Diğer bir deyişle, Merkel’in mektubunun dolaşması ek bir öneme sahiptir çünkü Merkel büyük olasılıkla Alman tarihinin ilk kadın başbakanı olacak gibi görünmektedir. Merkel’in mektubunun toplantı öncesinde yayınlanmasının üç boyutu vardır.
1. Merkel, geçen yıl Türkiye’yi ziyareti sırasında ilk kez Türkiye için tam üyeliğe alternatif olarak imtiyazlı ortaklık modelini ortaya attığı günden beri bu konuda ısrarlıdır. Merkel bu öneri konusunda ciddidir ve ona göre Türkiye’nin kabul etmekten başka çaresi yoktur. Bu amaçla, Alman Hristiyan Demokratlar kullanabildikleri bütün AB kurumlarını politikalarında herhangi bir değişiklik imaresi göstermeden kullanmışlardır. Onlar için Türkiye dost bir ülkedir ve olabildiğince AB kurumlarınca özellikle güvenlik meselelerinde AB’nin güvenliğini sağlamak için desteklenmelidir. Diğer bir deyişle, Türkiye herhangi bir Avrupa güvenlik krizinde “ucuz asker ülkesi” olarak hizmet etmelidir. Yine onlar için geçmişte Türk-Alman ilişkilerinin “Sonderbeziehung” (özel ilişki)nin en iyi örneklerinden birini vermesi çok önemli değildir. Şu anda Almanya’da birçok etkili siyasi çevre Türkiye’yi AB için büyük bir engel olarak görmektedirler ve Avrupa bütünleşmesinin Türkiyesiz gerçekleşmesi gerektiğini savunurlar. Bu yeni “realpolitik a la Angela Merkel”dir ve bu açıdan Merkel yalnız değildir. Hatta Türkiye’de entelektüeller ve siyasiler arasında Merkel’in destekçileri vardır ve Merkel’in Başbakan olduğunda planlarını gerçekleştirmek için daha çok gücü olacaktır.
Almanya’da Sosyal Demokratlar ve Yeşiller’in zıt görüşleri vardır ve Almanya’nın Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, Merkel’i Türkiye’ye yönelik politikalarında kör olmakla suçlamaktadır. Şüphesiz, Başbakan Gerhard Schröder ve Fischer ellerinden gelenin en iyisini yapmaktadırlar ancak görünen o ki bu yeterli olmayacaktır. 18 Eylül’deki erken genel seçim Türkiye’ye yönelik politikalarını devam ettirip ettiremeyeceklerini gösterecektir. Bu büyük bir meydan okumadır ve iyi niyetli olmak yeterli değildir. Ancak Türkiye’nin üyeliği Almanya’da sadece bir iç mesele değildir aynı zamanda iktidara gelecek hükümet için nihai bir meseledir.
2. AB geçen aralıkta müzakerelerin 3 Ekim’de başlamasına ilişkin olarak verdiği kararı uygulamalıdır. Bazı “Avrupalı Akil Adamlar” tarafından oluşturulan ve dünya çapında 200 gazetede dün yayınlanan bir makale Türkiye’ye büyük destek olmuştur ve Merkel’in politikasına bir darbe vurmuştur. “Akil Adamlar yeni Alman Demir Leydisi Angela Merkel’e karşı” Türkiye’nin masum, mücadele eden iyi adam rolünü oynadığı Yıldız Savaşları serüvenin bir bölümü gibidir. Geçen ekimde Avrupa siyasi arenasının bu akil adamalarının Finlandiya eski Başkanı Marti Ahtisaari liderliğinde yayınladıkları bir rapor Türkiye için önemli bir itici güç olmuştur. Makale’nin temel fikri basitçe şöyledir: AB Türkiye’ye verdiği sözleri tutmalıdır. Bütün dünya AB’nin Türkiye’ye nasıl davranacağını izlemektedir. AB üyesi olmayanların genel kanısı Türkiye’nin idare edileceği ve Türkiye ile oynanacağıdır ve AB’ye tam üye bir Türkiye ile gelecek, yıldızların ötesinde görülmektedir.
AB’nin sorunu sadece Türklerin çoğunluğunun değil, aynı zamanda dünyanın çoğunluğunun AB politikalarına güvenmemesidir. Akademisyenler, entelektüeller ve politikacılar şüphecidir. Almanların imtiyazlı ortaklığı bir tercih olarak öne sürmeleri Avrupa siyasetinin güvenilirliğini azaltmaktadır ve bu, samimiyetten bahseden Hristiyan Demokratlar için ahlaki ve siyasi bir sorundur. Sorun Avrupa siyasilerinin öteki tarafında yatmaktadır, özellikle daha geniş ve enternasyonalist politikaları olan Sosyal Demokratlar ve Yeşillerde. Her neyse, bu, AB içi bir sorundur ve dünya birçok izleyici ile doludur. İngiltere Başbakanı Tony Blair şu anda devlet adamlığının etkinliğini ispatlayacaktır. Tarihsel olarak konuşmak gerekirse İngiltere’nin neden bir dünya imparatorluğu kurduğunu Almanya’nın da bunu neden başaramadığını anlayabiliriz. Alman politikacıları ne kadar çok yerel düşünürlerse Avrupa o derece kıtasal bir güç olarak kalacaktır. İngiltere’nin neden birçok küresel meselede ABD’nin yanında olduğu anlaşılabilir. Henry Kissinger ve Paul Kennedy yazılarında bunun neden böyle olduğunu açıklarlar. Joschka Fischer aslında büyük bir vizyonu olan büyük bir politikacıdır, ancak sorun onun bir Alman politikacı ve küçük bir partinin lideri olmasından kaynaklanmaktadır. Yine bir Alman yanlışlığı!
3. Türk Devleti ve hükümetinin politikaları uyumludur. AB’den kesin bir hayır cevabı gelmediği sürece hiçbir hükümet bu Alman önerisini kabul etmez. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aslında çok büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de aynı durumdadır. Erdoğan ve Gül Alman desteğine çok güvenmişlerdi. Fransa ve Almanya’nın Türkiye’ye karşı pozisyonları siyasi bir gerçektir ancak Erdoğan Almanya konusunda Fransa’dan daha fazla hayal kırıklığına uğramıştır. Sonuç ne olursa olsun, Türk-Alman ilişkileri daha kötüye gidecektir. Türkiye “hedef ülkedir” ve bu, sağlıklı bir tavır değildir. Yine, Türkiye’ye basit bir hayır Almanya ve Fransa için yeterli olacaktır. Bunu yapmasını bekledikleri başka bir ülke var mıdır?
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı yükselen direnç Almanya ve Fransa’ya Türkiye’yi reddetme konusunda yardımcı olacaktır. Ancak Kıbrıs meselesini Fransa Başbakanı de Villepin’in ısrar ettiği gibi müzakerlerin başlaması için bir olmazsa olmaz kabul etmek siyasi olarak adil değildir. Fransız siyaseti Kıbrıs meselesiyle ilgilidir. Geçmişte Fransa tarihsel anlamda bu meslede çoğunlukla tarafsızdı. Ancak siyaset değişir ve Fransız siyaseti de bu gerçekten muaf tutulamaz. Türkiye’nin üyeliğine karşı olan bu “Alman-Fransız” ittifakı kesinlikle tarihidir. Başarılı olabilecek mi? Göreceğiz. Bir şey açık ki: 3 Ekim değiştirilemez. Türkiye AB içinde bir yer kiralamamaktadır, tam tersine AB içindeki hak ettiği yeri talep etmektedir. Gelecekte de bir sürü mektup olacaktır. Şükür ki bunlar “yumuşak mektuplar” olacaktır ve siyasi bir anlamları olmayacaktır. Bu açıdan zaman Türkiye’nin lehine işlemektedir ve bu, bugünün siyasetinin gerçeğidinden başka birşey değildir.