29. ULUSLARARASI İSTANBUL FİLM FESTİVALİ GÜNLÜĞÜ
3.KISIM
11.04.2010
Nowhere Boy; ileride adı anılmayacak, sıradan bir gencin melodramla yakın akraba hayatını anlatsaydı eğer yönetmen Sam Taylor Wood ve senarist Matt Greenhalgh hakkında olumlu tespitler yapmak mümkündü. Ancak bahsedilen genç John Lennon ve John Lennon bu tarz bir kısmi biyografiyi değil, teoride aynı pratikte yani sinema dilinde tam ters istikamette yol alan, daha yaramaz bir I’m not There hak ediyor kanımca.
Günün ikinci durağı Sinepop’tu.Estonyalı sanatçı Pritt Parn’ın dört kısa metrajlı filminden oluşan Canlandırma Sineması: Estonya Program 1’i gördüm. Parn’ın tekniğinden ve göze hitap eden seyir zevki kıstaslarından daha önemli olarak, politik unsurları imge bazında doğru oturtmuş, işin işine hicivle süslü mizahi öğeler girince de dengedeki terazisini ne sağa ne de sola yatıran, pür dikkat dengede tutan bir yaratıcılık gördüğümü söylemeliyim. Aslında olay şöyle gelişti: İlk kısa film Yağmurda Dalgıçlar’da yönetmenin çizgilerini tanıdım ve sevdim, ardından gelen Karl ve Marilyn’de yukarıda bahsettiğim hususta karar kıldım ve doğruluğunu teslim ettim. Seçki son iki kısa Çayırda Kahvaltı ve Üçgen ile sona erdiğinde de yönetmenin bu doğru politik hamlelerinin zaman aşımına uğrayıp “dönmemesini” ve filmin yelkenini eleştirilen olguların üflemediğini(örnekse Trey Parker’ın South Park’tan sonra imza attığı Team America:The World Police)görüp,kendisini takdir ettim.
Gainsbourg’dan epey memnun ayrıldım, Nowhere Boy’da şikayet ettiğim noktaları yüz seksen derece döndürerek filme entegre etmeyi başarmış. Ayrıca çizer Joann Sfar, Sergei Gainsbourg biyografisini, Guillermo Del Toro dili ve Tinto Brass estetiğiyle peliküle aktarmayı tercih etmiş ve bu yoldan eğreti durmayan bir kimya yakalamayı başarıp, alnının akıyla çıkmış ki bu da ciddi bir maharet.
Dün Beş Parmak için şehirlerden ve onların motiflerinden yeterli düzeyde yararlanamıyor demiştim, Topkapı bu tarz hatalardan uzak. İstanbul’a turist rehberi gözüyle yaklaşmadan da şehrin havasını solutmayı başaran, tarafsız ve aslına uygun bir tavır takınan, bazı ciddi mantık hatalarına düşmekten kurtulamasa da aksiyonu düşük tutup heyecanı doğru dozda ölçüp biçen film, nostaljik soygun filmi meraklılarına da çok iyi gelmiştir eminim.
Ayrılık’ta Feo Aladağ, Zeki Demirkubuz’un sinema dilini Fatih Akın entelektüelliğiyle kaynaştırmayı denemiş. Ancak ele alınan karakterler ve onların sürüklediği olay örgüleri yalnızca telaffuz ettiğim yönetmenlerin elinde bir omurga kazanıyorlar. Aladağ’ın elinde ise daha önce tanışıp sevdiğimiz, ancak şu anda bize karşı bizim onları sevdiğimiz vakitlerdeki gibi içten değil aksine kibirli davranan karakterler, mideye atılan sert bir yumruğun gücünde olabilecekken(düğün ve final baş gösterenleri) yalnızca yanağımızı şöyle bir okşayıp geçen sahneler kalıyor. Ön sırada Önder Çakar ve Feridun Koç oturuyordu, onlarda benim gördüğüm manzarayı doğrulayacaklardır diye tahmin etmekteyim.
12.04.2010
Rusya’dan Sevgilerle’yi tek haneli yaşlarımın sonlarına doğru gördüğüm aynı ekol Bond filmleriyle tüketsem eğlenceli gelirdi eminim ama bugün izleyince Goldeneye’ın, The World is not Enough’ın, Die Another Day’in hatta Quantum of Solace’ın 1963 versiyonu hissinden kurtulamadığım sığ bir macera filmi izlenimi uyandırdı. Rusya’dan Sevgilerle ile Sinepop’a veda ettim. Kalan sürede Atlas,Beyoğlu ve Yeni Rüya arasında mekik dokuyacağım.
Melekler ve Kumarbazlar lanse edildiği üzere bir deprem sonrası filmi değil. Ne maddi ne de manevi etkileriyle. Onun yerine Ertekin Akpınar’dan beklenmeyecek ölçüde şematik, sırtını yalnızca olayların ve karakterlerin gerçekliğine dayamış bir senaryo ve şikayet-öğüt-hayıflanma tiratlarıyla bezenmiş, fena derecede kulak tırmalayıcı bir diyalog yazımı görüyoruz; finalde de hızlı kurgunun ve boca edilen müziğin vaziyetlere hizmet etmediği, gereksiz karakter ve olay örgülerinin sırıttığı ve ana karakterlerin sahasına girdiği, bu sayede onların hikayelerinin de bir yere varamadığı bir filmin kapanış jeneriğiyle uğurlanıyoruz.
13.04.2010
Zincirbozan’dan sonra Kolpaçino’yla farklı bir kulvara kayan Atıl İnanç Büyük Oyun’da Zincirbozan’a meyleden bir konuyu Kolpaçino kafasıyla yansıtmaya çalışmış ve dibi görmüş. Filmin 3 farklı hikayesi ve onlara eşlik eden farklı tür sineması kalıpları var. İlki Amerika’nın Irak’ı işgali,müsamere düzeyindeki bu kısma yerli halkın dramı eşlik ediyor. Derken film gülünç detaylarla süslü bir yol filmine dönüşüyor. Biz bu hikayenin geliştirilerek düğümün çözüme bağlanacağını düşünüyoruz fakat film bir anda bir canlı bomba gerilimine dönüyor ve olay üzerine dişe dokunur hiçbir şey söylemeden, duygu sömürüsü standartlarının bir gömlek üstünde bir finale uzanıyor. Büyük Oyun sinemamızın uzun yıllardır şahit olmadığı derecede büyük bir amatörlük örneği ve keskin tür geçişlerinin From Dusk Till Dawn’la başlayıp bittiğinin kanıtı.
Tsai Ming-Liang Surat’ı kendi nazarımda sinemanın yeni Southland Tales’larından biri değil kabul. Ancak üzerine sayfalarca yazı yazılacak, yaratıcılık ve estetiğin anlam arayışına düşülecek; bunun peşine düşmeden, bu labirente göz ucuyla baktıktan sonra girmeden terk edenleri ise yetkin bir sinema gözünden yoksun bireyler olarak addedecek bir film de değil.Filmin en memnun kaldığım tarafı da Ming-Liang’ın ortaya koyduğum bu savın en ateşli taraftarlarından biri olduğunu hissetmem.
14.04.2010
Günü Atlas’ta Matmazel Chambon ile açtım. Film bitip, caddeye karıştığımda aklımda; zamanın zorbaca farklı dilimlere ayırdığı hayatın, başlamasına lütufkar ve aynı ölçüde küstah bir hamleyle son dilimde reva gördüğü buruk ve ürkek aşk hikayesi değil sadece Sandrine Kiberlain’ın yetkin oyunu vardı.
Min Dit klasik bir “adımı söyle,yüzümü gizle” filmine dönüşmekten özenle kaçınarak cesur olmaya çalışan bir film, bu çok belli ve bir ölçüde takdiri hak ediyor. Ancak ilk yirmi dakikadan sonra ciddi inandırıcılık sorunları baş gösteriyor, gerçeği tesadüfe bağlayarak, dramatik bir hamle gerçekleştirmek uğruna tam anlamıyla saçma sapan bir olay örgüsüne kendini kurban veriyor.Finalin açık uçlu tavrı da filmin belini doğrultamıyor ne yazık ki.
Hücre 211 sonundaki “zorunlu değer atfı” dışında, popüler sinema grameriyle; politik alt metinlere kapı aralayan, gerilimi bu politik kılıfa içeriden ve dışarıdan iyi kanalize etmiş bir tek mekan gerilimini doğru resimde birleştiriyor. Film sonrası gerçekleştirilen soru cevap kısmında filmin politik aforizmalarını didikleyen soruların yöneltilmesine karşılık orada bulunan ekip üyesinin inatla “Şartlarının iyileştirilmesi için kutsal bir mücadele veren mahkumların hikayesini anlatmaya çalışıldı” diyerek cevap vermesi ise yaratıcılık ve algı üzerine bir deneme kaleme alma isteği uyandırıyor insanda.
Mail:ahmetcanyldz@yahoo.com