29. ULUSLARARASI İSTANBUL FİLM FESTİVALİ GÜNLÜĞÜ
2. KISIM
07.04.2010
Atom Egoyan filmografisinin en hafif filmi Büyük Hata, bir yeniden çevrim olma handikaplarının dışında kendi ayakları üstünde de epey yalpalayan bir film. Düğüm geçişleri kontrollü değil, sürprizleri tahmin edilebilir düzeyde. Hikayeyi çetrefilleştiren bazı cömertlikler filmin eksikliklerini örtmek üzerine oynanan bir koz görünümü alınca da işin tadı iyice kaçıyor. Çünkü bu tarz unsurlar 2010 yılında sansasyonel olmaktan misliyle uzak.
Selvi Boylum Al Yazmalım için bugün etraflıca bir yazı yazmamak değil, üstüne yeni bir şeyler konuşmaya çalışmak işin kolayına kaçmak olur. Bilinen tüm sıfatlarının üstünden geçmeden söylemek istediğim tek şey, benim için değerini her daim muhafaza eden özelliği: Üç farklı karakterin gözünden üç farklı film izleme şansını bahşeden bir derinliğe sahip olması.
08.04.2010
Patenci Kızlar Drew Barrymore’un ilk yönetmenlik denemesinin altından büyük oranda kalkmayı başardığı bir film. Hikaye göz önünde bulundurulduğunda uzun sayılabilecek süre boyunca sarkan bir sineması yok, aksayan bir plan görünmüyor. İşçilik bakımından da beklenmeyecek ölçüde başarılı(havuz dibinde vuku bulan romantik soft-sevişme sahnesi konuyla alakalı bir listede rahatlıkla ilk 5’e girer)sahneler mevcut. Eğlenceli bir 2 saat garantisi var. Tek yadsıdığım durum Ellen Page’in oyunu oldu. Page neden bilmem Juno havasından bir türlü kurtulamıyor. Öyle ki filmi bu gözlemle takip etmeye başlarsanız Patenci Kızlar’daki yan karakterlerin Juno’nun annesi, babası, kardeşi, sevgilisi, arkadaşı olmadığı konusunda fikir birliğine varmanız oldukça zor. Bu yüzden Patenci Kızlar ‘ı değil de “Juno Paten Kayıyor” isimli devam filmini izlemiş gibi hissediyorsunuz.
Kuyucaklı Yusuf iyi bir dönem filmi, sağlam bir dramatik yapısı var. Bir uyarlamanın başarısının olmazsa olmaz koşulunun kaynak alınan eserin değiştirilip dönüştürülmemesi olduğunu düşünüyorsanız, o da mevcut. Fakat Yusuf dahil her karakter kartonluktan kurtulup, nefes alıp veren hür simalara dönüşemiyor. Yanlış oyuncu seçimi ve yavanlıktan kurtulamayan diyalog yazımı; bir televizyon filmine birkaç boy büyük gelecek, dönem havasını solutan bu başarılı dramatik yapıyı bir sinema filmi atmosferine terfi ettiremiyor.
Lezbiyen Vampirler namı kendinden önce gelen o kült vampir filmlerinden. Muhabbeti epey yapılır, kabul eğlenceli şekilde kötüdür. Sinematografisini kurcalamadan, bunun bir saf komedi filmi olmadığının farkında olarak hak ettiği şekilde izlerseniz tadını çıkartırsınız. Benim olduğum salondaki pek çok izleyici saniye sektirmeden kahkahayı bastı ve bence Lezbiyen Vampirler’in onlar için hazırladığı sazan tuzağına düştü. Onlar eğlendiklerini sandılar ama eğlenceleri belirttiğim formülün ışığında filmi “görenlerin” aldığı hazla mukayese edilemez bile.
09.04.2010
Koy, dikkat çekmeye çalıştığı vahşeti iyi bir belgesele dönüştürmek için sahip olması gereken teknik donanıma sahip, filmi ilgi çekici sulara çekecek tezatlığı da(Ric O’Barry’nin trajikomik vicdan durumu)kendi içinde tutarlı. Lakin film taşıdığı misyonun resmedilmesi kısmını net olarak, toplasanız 5-10 dakikalık bir zaman dilimine sıkıştırmayı tercih edip, bunun yerine tıpkı Global Metal belgeselinde olduğu gibi hareket ediyor. Global Metal nasıl metal müziğin belgeselin ismiyle müstesna bir düzlemde yer alan organik durumunu incelemesi gerekirken bir yerden sonra metal müziğin İslam’la imtihanı haline geldiyse, Koy’da balina katliamını ve bunun küresel bir aldatmacaya dönüşmesini bir kenara koyup yönetmen Louie Psihoyos ve ekibinin Blair Witch tarzı kotarılan arazi operasyonlarına dönüşme raddesine geliyor. Gördüğüm film Koy değil, olması gereken Koy’un reklam spotu.
Katliam hakkında ya onu yere göğe koyamayan satırlarla süslü bir yazı kaleme alırsınız ya da nefret dolu bir tane. Ortası yok.Ben, hangisini tercih ederseniz edin, görmezden gelerek heba edilmemesi gereken tek unsurun uzun zamandır şahit olmadığım bir kuvvete ve kontrole sahip olan yönetmenlik olduğunu düşünüyorum.
Joseph Losey’in Aldatan Kadın’ı beni hiç sarmadı. Biri tek diğeri çift taraflı, iki buruk aşk ve aldatma hikayesine gönül koyarsanız filmle aranızı iyi tutmayı başarabilirsiniz, bunun dışında görünen bir meziyeti yok.
Koy, yola çıktığı fikrin arkasında duran bir sinemadan yoksundu; Uzay Turistleri ise sağlam bir sinemaya sahip fakat kafası çok karışık. Dünya meselelerini bırakıp, yüklü bir miktar karşılığında dünyayı bir süreliğine terk edecek kadar kudretli iş kadını Anousheh Ansari ile bu tarz gelişmelerin bir çeşit yan sanayisinden kendi ekonomik sistemlerini(kendi uzaylarını) yaratmış bir grup Kazak ve uzaya aşkla bağlı, bu aşkı harlandıran şekilde muhafazakar bilim adamının bu uğurdaki azim ve mücadelesi aynı filmde. Üstelik bu hikayelere “Bugün bilimkurgu olan şeylerin yarın hiçbir bilimkurgusallığı kalmayacak” ve “Her şey paranın ucuz kokusuyla satın alınabiliyor,bilgiler haysiyetsizce paylaşılıyor” münazaraları eşlik ediyor. Tüm bu kalabalığın ardında geriye kalan tek şey Ansari’yi takip eden kameranın kaydettiği gözünüzde canlandıramayacağınız muazzamlıktaki görüntüler. Filmi izlediğim dönemde John J. Nance’ın Orbit’ini okuyordum; kitabın yetersiz psikolojik tavrıyla, Uzay Turistleri’nin bu karışıklık içinde insana bakışını kıyaslamak filmden daha güzel bir detay teşkil etti benim için.
10.04.2010
Günü Michael Haneke’nin Yedinci Kıta’sını bir kez daha izleyerek açtım. Değerinden hiçbir şey kaybetmediğini aksine zaman dilimleri değiştikçe farklı okumalara açık göründüğünü söylemek hem basit hem gereksiz bir yaklaşım olur. Haneke’nin tanışma filmi beni salondan ilk izleyişim sonrasındaki kadar güçlü bir etkiyle uğurladı, Beyaz Bant’ı neden inatla sevmediğimi bana bir kez daha gösterdi, festivalde bu zamana kadar gördüğüm en yetkin film olduğu düşüncesini zihnime yerleştirdi. Açık ve net.
Festivalin bu seneki hit filmi Tek Başına Bir Adam, yalnızca yönetmen Tom Ford’un kariyerinin başlangıç noktası olarak düşünülürse olumlu bir şeyler söylenebilecek bir iş. Christopher İsherwood’un kitabının dinamiğini nasıl oluşturduğunu bilmiyorum fakat, başkahramanın birkaç hoş mizansen dışında filmi sürükleyecek herhangi bir ilginçliğe sahip olmadığını düşünüyorum.
Greenberg, Ben Stiller’ın dram ağırlıklı bir performansın altından başarıyla kalktığı bir film olarak aklımda yer etti. Film ile kuracağınız ilişki Stiller’ın canlandırdığı karakterle kuracağınız ilişki ile aynı. Ben karakteri sevmedim, dolayısıyla filmden de memnun ayrılmadım. Bunun dışında filme olumsuz bir yaklaşımım yok, bu yönde bir şeyler söylemeye çalışmak da haksızlık gibi geliyor bana.
Beş Parmak, sürükleyici bir macera filmi olabilir fakat Ankara ve özellikle İstanbul’dan ne layıkıyla yararlanabiliyor ne de şehirlerin motiflerine tarafsız bir gözle yaklaşabiliyor.
Mail:ahmetcanyldz@yahoo.com