Pusulası Olmayan Cumhuriyet*

Türkiye’deki siyasi tartışma kızışmaktadır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kürt politikası” siyasi partiler arasında büyük farklılıklara neden oldu. Erdoğan’ın alt kimlik tanımı sorunludur. Erdoğan Türklüğü de alt kimlik olarak tanımlamıştır ve bu tanım, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 66. maddesinde geçen Türk ulusu tanımına uymamaktadır. Şüphesiz, Türkiye kurulduğundan beri yaşadığı en büyük kimlik kriziyle yüz yüzedir. Türkiye’de “kimlik sorunu” terimi 1970’lerden beri siyasi yazılarda ve akademik araştırmalarda kendini göstermektedir ve o zamandan beri entelektüel yaşamın her alanın da hakimdir. “Türkiye’de kimlik krizi” veya “Türk devletinin kimlik krizi” terimlerini kullanan birçok akademik çalışma Amerika, Almanya ve Britanya’da v.b. yapılmaktaydı ve birçok Türk ve yabancı Türk dış ve iç politikası uzmanı vardı. Bu açıdan, yıllarca süren bu entelektüel hazırlıkların sonucunda Türkler ve Türk devleti başbakanın ifade ettiği kimlik krizini yaşamaktadır. Sorun, birçok Türkün bunun böyle olduğuna inanmasıdır! Şu anda Türk hükümeti öyle ileri gitti ki geri adım atması zor görünmektedir. Başbakan Erdoğan ulusalcı görüşleri olmayan ve ulusal kimlik yerine sadece dini kimliğin bağlayıcı olduğu “ümmet inancı” olan bir kişi olarak daha fazla görülecektir. Bu, ulusalcı partiler de kesinlikle bir ilerlemeye neden olacaktır. Ulusalcılığın yükselmesi beklenmektedir.

Erdoğan için diğer bir sorun ise AB müzakere sürecidir. Siyasi olarak konuşmak gerekirse AB, Kürt ve Alevilerin de azınlık olarak tanımlandığı yeni bir azınlık tanımı üzerinde ısrar etmektedir. Kürt politikacılar aslında azınlık statüsüne ilgi göstermemektedirler ancak Kürtler ve Türklerin Cumhuriyeti kuran iki ana unsur olarak görülmesini istemektedirler ki bu anayasaya aykırıdır. AB’nin Ankara’daki temsilcisi Hansjörg Kretschmer, Milliyet’ten Semiz İdiz’in kendisi ile yaptığı bir röportajda Türkiye’nin Türkiye Cumhuriyeti için temel doküman olan Lozan Anlaşmasını daha geniş ve daha dar açıdan yeniden yorumlaması gerektiğini söylemiştir ve bu da diğer bir tartışmayı alevlendirmiştir. Lozan’ın daha geniş ve daha dar açıdan yeniden yorumlaması ne anlama gelmektedir? Lozan Anlaşmasına göre sadece Türkiye Cumhuriyetindeki Yahudi, Ermeni, Rum ve diğer bazı küçük Hıristiyan gruplar gibi gayri müslimler azınlık olarak tanımlanmaktadır. Yine Kretschmer’e göre bu çerçevede şu anda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası yeni siyasi realiteyi ve azınlık tanımını yansıtmamaktadır. Kretschmer’in açıklamaları hükümet için bir uyarı mıdır yoksa gösterge midir? Aslında Türk ulusu yerine değişik alt kimliklerin toplamı mı vardır? Türkiye Lozan Anlaşmasında geçen azınlık tanımını değiştirmeli midir? Eğer Türkiye azınlık kavramını daha geniş ve daha dar yorumlarsa ne olur? Ne başımıza gelebilir, ana muhalefet lideri Deniz Baykal’ın dediği gibi Türkiye “diğer bir Yugoslavya” mı olacaktır?

Aslında, şu soruyu sormak gerekir: eğer Türklerin ve Türk devletinin kimlik krizi gerçekse, o zaman yeni bir azınlık tanımı buna gerçek bir siyasi çözüm sağlayabilir mi?

Bu konudaki entelektüel tartışma Türk elitinin de bölündüğünü göstermektedir. 82 yıldır Türkiye Cumhuriyeti kendi varlık nedenini sorgulayan bir tartışmanın içine girmemişti. Şu anda, tartışmanın temel argümanı Türkiye’nin yanlış yaptığıdır. Tabiki bu gibi düşünceleri olanlar için bir şeyleri kolayca değiştirmek kolay olmayacaktır. İlk olarak, Türkiye’deki büyük çoğunluk bu durumdan memnun değildir. Daha sorunlu olan durum, AB’den özellikle AB Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’den ve AB Türkiye temsilcisi Hansjörg Kretschmer’den gelen AB müktesebatının teknik konularıyla ilgisi olmayan daha çok Türk devlet ve cumhuriyetinde radikal dönüşümler isteyen siyasi taleplerle ilgili açıklamalardır. Bu talepler iyi niyetle yapılmış olabilir ancak sonuçları beklenenden daha maliyetli olacaktır. AB karşıtı hisler daha da alevlenecektir ve hatta AB ile müzakere edenler yaptıklara şeye içten inanmayacaklardır. Diğer bir ifadeyle, AB çekiciliğini kaybetmektedir ve AB kolayca karşılanamayacak siyasi talepler de bulundukça Türkler daha da öfkelenecek ve daha da saldırgan olacaklardır. Türkiye’de yapılacak bir sonraki genel seçime kadar AB’nin Türkiye’de bu talepleri tartışmadan ve sorgulamadan kabul eden bir hükümeti olacaktır. Bir sonraki hükümet meseleyi bu kadar itaatkar ele almayacaktır ve AB bunu iyi bilmektedir.

Türkiye’yi büyük bir krizi atlatarak hayatta kalması gereken bir hasta olarak tanımlayabilir miyiz? Hayır, durum bu değildir ve Türkiye’yi bu konjonktürde diğer bir Yugoslavya olarak tanımlamak kötü bir anolojidir. Ancak, Türk devleti bazı yeni tehditlerle karşı karşıyadır ve güvenlik Türkiye için bir numaralı konudur ve AB uzun dönemde ikinci sırada kalacaktır. Öte yandan Türkiye neden açık uçlu müzakere stilini kabul etti? AB tarafından bilinmektedir ki daha fazla AB demek daha az demokrasi demektir. Türkiye’de tartışma daha az AB daha çok demokrasi şekline dönüşmektedir. Görünen paradoksa rağmen Türkiye’deki his budur ve bu, ciddiye alınmalıdır.

Türkiye’deki Kürtler şu anda en iyi siyasi ortamı yaşamaktadırlar, ancak hala terör devam etmektedir. Roj-tv üzerine yapılan tartışma yüzeysel bir örnektir. Asıl mesele daha derinde yatmaktadır. Hakkari ve Şemdinli’de olan olaylar buz dağının sadece görünen kısmıdır. Türkiye hala iç ve sınır ötesi terörizm ile yüz yüze olan tek ülkedir. Ancak sorumlu Kürt politikacılar AB ve kurumlarını kullanmaktadırlar. Bu da gelecek için büyük sonuçları olacak diğer bir büyüyen histir. Hükümetin zayıflığı bir gerçektir ancak devlet çok daha deneyimli ve dikkatlidir. AB’nin Kürtlerle ilgili olarak Türklerden talep ettikleri bugün tam anlamıyla karşılanamaz. Yeni bir siyasi ortam ve güvenlik ortamı ortaya çıkmaktadır ve bu sefer AB bu siyasi taleplerle ilgili olarak yönünü değiştirmelidir. Talepleriyle ilgili olarak daha gerçekçi olmalıdırlar yoksa Türkiye ve AB arasında daha çok anlaşmazlık ortaya çıkacaktır. 1990’ların sonundan 3 ekime kadar geçen süredeki “Ama AB’ye katılmak istiyorsunuz” şeklindeki argüman artık geçerli değildir. Diğer taraftan, “birbirimizi istiyoruz” yeni söylemdir.

Son olarak, Türkiye pusulası olmayan bir cumhuriyet veya bir krizin dinmesini bekleyen veya daha büyük krizler bekleyen bir hasta görüntüsü vermemelidir. Hükümet, değişime hazır ve istekli olan Türkiye’yi dönüştürmekten sorumludur, ancak bu devlet ve kimlik pahasına olmamalıdır. Diğer bir ifadeyle bütün taraflarda daha fazla hassasiyet gerekmektedir. Türkleri ve Türkiye’yi her kötülüğün günah keçisi yapmak kimsenin çıkarına değildir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan birkaç gün dinlenmeli ve bunun üzerinde düşünmelidir. Bu konuda büyük eksiği vardır.

* Bu başlık Profesör Hans-Peter Schwarz’ın Alman Dış Politikası üzerine yazdığı, “Republik ohne Kompass, Anmerkungen zur Deutschen Aussenpolitik” (ISBN 3-549-07242-2) Berlin 2005, kitabından alınmıştır.