Uzun yılların getirdiği alışkanlığın arkasında, şimdi ben olmaya çalışan ev kadını artık, mutsuzluğunu hissettirmeye başlar. Asık surat, umursamamak, erken yatmalar, geç kalmalar, devamlı hasta, rahatsız, ruhu yaralı hayatta olmak – olmamak arası, her şey değerini yitirmiş. saygı bitmiş ve saygının olmadığı yerde sevgi hiç barınmaz. Ölümü bekler gibi bir şeydir bu sürekli gerginlik etrafta hissedilen.
Ve her geçen gün biraz daha gerilir ortam, artık sözle sataşmalar başlamıştır.
– Benim farkıma bile varmıyorsun. Bu evde sanki ben yokmuşum gibi. Hep yemek hazır mı? Çizgili gömleğim ütülü mü? Ne var televizyonda bu akşam? Evde bir kadın var mı, yok mu umurunda değil, bıktım artık. Hizmetçi muamelesi görmekten….
– Dur, dur ne oldu şimdi? Anlamıyorum neyin eksik? Yorgun argın geliyorum, yapma bunu
bana. Ben sizin için çalışıyorum. Yoruldun mu, sinirlerin mi bozudu bilmem, ama haksızsın.
– Bir akşam eline küçük bir çiçek alsan da gelsen ne olur? Akşama kadar çalışıp didiniyorum. Bir tatlı sözde söylemez mi insan? Bir günde şu yaptığın iyi olmuş demez mi? Şu evde makineden farkım yok. Bir gün bir gün şurada bir insan var diye düşünüyor musun?
– Hoppala nerden çıktı şimdi bu? Kadınlar buldukça bunuyor galiba. Biz senin bir eksiğin olmasın diye uğraşıp didiniyoruz, yok eline çiçek almıyorsun, yok beni hatırlamıyorsun? Sen şimdi yoruldun mu, İşte neler oldu soracağına çiçek, miçek diye üstüme geliyorsun. Şeytan diyor ki eve geleceğine gez, dolaş, bakalım o zaman ne diyeceksin? Hepimizin sıkıntıları var. Sen benim sıkıntımı görüyor musun? Farkında mısın? Bir yudum bir şey içeyim, sonra yeriz. O zamana kadar hazır olur mu?(Bu tablonun tersi de olabilir. Kadın bütün gün gezer, tozar adam eve geldiğinde bir de yemekle, çoluk çocukla uğraşır)
Yükümlülüklerden, sorumluluklardan unutulan insana sıra gelmiyor. İnsan olmayı unutmuş, tamamen içine kapanık yaşayan çiftler. Yükümlülüklerini yük yapan, sorumluluklarını sorun yapan belki de budur. Keşke önce birbirlerini tanısaydılar. Birkaç aile dostları olsaydı. Ara sıra tatile gidebilselerdi, kendilerine zaman ayırsalardı baş başa acaba evlilikleri nasıl olurdu?
1950 li yıllara geri bakacak olursak. 50 yıl kadar öncesi nedir ki? Memuriyet harici kadının çalışması ayıplanırdı. Hele evli kadının çalışması düpedüz ayıptı ve erkeğin ayıbıydı.
Kadının çalışması yalnız üç koşulda hoş görülürdü: genç kızlığında, eşinden ayrı kaldıktan sonra, kadın mesleği olarak bilinenlerde.
Kadının sosyal konumuna evli olup olmadığına bağlı olmaksızın başta öğretmenlik, ebelik, toplum sağlık alanında kadını önce ebe olarak tanımış, sonra hemşire olarak ebe – hemşire mesleği kadın mesleğidir saygı görür. İlerleyen zaman içinde doktorluk, yargıçlık, avukatlık da özel mesleklerdi.
Ama evlendikten sonra kadının artık çalışmaması gerekiyordu. Öyle ya, evlendikten sonra da kadın çalışacaksa kadın neden evlensin di? Evli kadın çalışırsa erkeğin erkekliği nerde kalırdı?
2000 li yıllarında değer yargılarının geçmişlerde kaldığını görmeyi ne kadar çok isterdim, oysa hiçte öyle değil. Kadının çalışmamasını gerektiği düşüncesini taşıyan pek çok erkek olduğunu sanırım.
Geleneksel değer yargılarını değiştiren de “çağdaşlaşma, modernleşme isteği” değildir, ekonomik gerçeklerdir. Temeldeki neden, artık aile bütçesinin tek kişinin geliriyle dönmemesidir. Artık eve bakan erkek olmaktan vazgeçip “evinin içinde erkek” olmaya razı olmak zorunda kalmıştır.
Yalnız, bununda az güçlü bir egemenlik olmadığını bilmek gerekiyor. İkisi de işlerinde çalışıp eve gelen erkek – kadının durumu hemen değişir.
Erkek soyunur, dökünür, terliklerini giyer, koltuğuna kurulur, yemeğin hazırlanmasını bekler. Çalışmıştır, yorulmuştur, şimdi evine gelmiştir, yemek yiyecek ve dinlenecektir. (ailesinden öyle gördü, baba çalışır anne evdedir)
Kadın soyunur dökünür, mutfağa koşar, yemek hazırlamaya koyulur. Daha salata yapacaktır, çocuklara göz kulak olunacak ödevlerinde. Gire çıka sofrayı hazırlar. Erkeğin “ne yiyeceğiz?” sorusuna uygun biçimde yanıtlar, sofra hazırlaması bitince ısınan yemeğini getirir, “sofraya, yemek hazır” anonsunu yapar. Göz ucuyla televizyona bakılırken yemek yenir. Kadın kalkar, sofrayı toplar, bulaşıkları yıkamak üzere sıcak su hazırlamaya koyulur, o sırada içeri girip “aman, biraz dinleneyim, bugün yoruldum” der. Baha bulaşıkları yıkayacaktır. (bunu yaz – kış her gün ve sobalı evde geçtiğini bir düşünün)
Erkek yemeğini yemiştir, koltuğuna oturur, gazetesini acar, kahvesini veya meyvesini bekler.
Dışardan bakılınca kadına haksızlık gibi görünen bu sahne, toplumumuzun büyük çoğunluğunun evinde yıllar boyu yaşanmaktadır ama, erkekler de (şaşıracak ama kadınlar da) bunda hiçbir haksızlık görmezler. (yuvayı dişi kuş yapar…)
Çünkü hayat paylaşılacak değil, bölüşülecek bir şeydir. Paylaşmak, birlikte yaşamaktır. Bölüşmek ise, ayrı, ayrı egemenlik adacıkları edinmektir.
Paylaşmak eyleminde “benim”, “bana ait” deyimlerinin yeri yoktur.
Bölüşmede ise “o benimdir” “şu da senin.” “Paylaşmayı” öğrenmemiş insanların yaşama biçiminde “bölüşme, bölünme” kaçınılmaz olur.
Kadının geliri erkeğinkinden değerli olsa bile, erkek geleneksek durumunu ekonomik açıdan bıraksa da toplumsal açıdan bırakmamıştır. Çalışan kadın bile, evliliği süresince “erkeğinin kendisine baktığı” duygusunu bırakmaz. Erkeğinin çalışarak yorulduğunu, dinlenmeyi hak ettiğini, kendisinin de ona hizmet ederek rahatlaması gerektiğini düşünmekten kendini alıkoymaz. (beyne kazınmış bir kere)
Hayatın içinde yaşamaya girmemiş “eşitlik- özgürlük” sözcüklerinin kime yararı olmuş ki?
Gene de, geleneksel değer yargıları içimizde yaşamasına karşın, kadının çalışmasının ona büyük bir güvence-bağımsızlık duygusunda önemli bir aşama verdiğini görmemiz gerekir. Onun kişiliğinin gelişmesine önemli bir katkı yapıyor, bu katkıyı başka hiçbir şey bu ölçüde gerçekleştiremez.
Birçok kadın, meslek sahibi olsa da, çocuğu olduktan sonra, çocuğunun bakımı yerine getirebilmek için çalışma hayatını bırakmaktadır.
Kadın çalışma hayatında desteklenmesi bu konunun çözümünde ona yardımcı olarak yapılabilir.
Dünyanın neresinde olursa olsun kadınlar hiçbir zaman eşit tutulmamış ve onlara hak ettiği değer verilmemiştir, bunca karamsarlıktan sonra bir fıkrayla sizi güldürmeyi başarırım sanırım
Fransa’nın bir yerinde, erkekle kadın kavga ediyor.
Erkek çok kızıyor ve kadına:
“Biliyor musun” diyor “senin beş paralık değerin yok.”
Kadın, alaycı bir gülümsemeyle:
“Ya” diyor “öyle mi?”
Erkek telefonla bir taksi çağırıyor. Şoföre soruyor:
“Bizi istasyona kaça götürürsün?”
“150 franga mösyö”
“Peki, beni tek başıma kaça götürürsün?”
“Gene 150 franga mösyö.”
Erkek gülümseyerek dadına döner.
“Gördün mü, beş paralık değerin yok işte”
“Kadının beş paralık değeri yoktur ve her şey bunu doğruluyor, öyle mi?
“……………….”
“Üzüldüm değer verdiğin annen, çok zor şartlarda seni büyütmüş”