İnsan Olma -13 Dünyayı Nasıl Paylaşıyoruz

Yaşamak, belki de dünyayı paylaşmak.
Dünyayı paylaşmak, ne ülkeleri fethetmektir ne de egemen olmak.
Karadeniz denince aklımıza Lazlar gelir ve fıkralarıyla hayatımıza renk katarlar, güleriz. Anadolu bize her şeye rağmen şehitleri anımsatır. Bir Fransız filmi görürüz, bir Alman aracını satın alırız, bir İtalyan bestecisinin müziğini dinleriz, bir Arjantin tangosuyla heyecanlanırız.
Dünyayı paylaşmak budur.
Dünyayı doğru paylaşmak, insanın yarattığı bilimi, sanatı paylaşmaktır.
Bir evi bile paylaşamadığımızı düşünürsek. Mutfak kadının, rahat koltuk erkeğin, çocukların bile senin – benim diye ayırdığını düşünürsek. Paylaşmak yerine sahiplenmeyi tercih ettiğimizi görüyoruz.
Elimizdeki küçücük şeylere sımsıkı sarılmayı yaşamak sayarsak sonra da neden daraldığımızı anlayamadığımızı düşünürsek, nasıl mutlu ve başarılı olunur.
Oysa ne güzeldir dünyayı paylaşmak.
“Hayat adamı” dediğimizde, güçlükleri pratik yönden çözebilen, sıkıntıları çabuk aşan, başarıya ulaşmış bir erkeği anlatmıyor muyuz?
Peki, “hayat kadını” nedir?
Bir fahişe
Birinde yüceltme var, öbüründe aşağılama var…
Neden hayat adamı olarak erkeği yüceltiyor da, hayat kadını olmak kadını aşağılıyor?
Toplumsal bilinç dışında kadın aşağılanmaktan kuşkusuz, hayat dediğimiz yaşama zenginliğini nasıl daraltıyoruz. Ya ev, ya sokak.
“Evin kadını” dediğimizde ne anlıyoruz?
Evinin işini yapan, yemeklerini düzenli pişiren, çocuklarına gereği gibi bakan, evinden başka bir şeyi gözü görmeyen kadın evin kadını oluyor.
“Evin erkeği” dediğimizde?
Evine düzenli gelen, içki içmek için, kumar oynamak için, arkadaşlarıyla gezmek için ev dışında hayatı olmayan erkeği ev erkeği kabul ediyoruz.
Bu sefer “Evin kadını” deyiminde övgü var, “evin erkeği” deyimine beğeniyle karışık hımbıllık suçlaması.
Birde bizim sözlerimiz de çok kullanılan sokak kadını, sokak adamı, ha çocukları unutmayalım birde “sokak çocuğu” var. Sokak çocuğu gezmeyi seven haşarı çocuklara yöneltilmiş sevimli bir eleştiri. Yoksa kimsesiz olduğu veya gökten zembille indiği için değil.
Geleneksel kültürümüz, erkeklere, kadınlara ve çocuklara dünyayı böyle paylaştırmış.
Neden mi?
Dünyayı paylaşmayı bilemediğimizden, değişen dünyayı kavrayan bir kültürü yakalayamadığımızdan, hala “nasıl da Viyana önlerine gittiydik” diye övünerek istediğimizden “bıyık, pala, çatık kaş”lardan kurtulamadığımızdan belli değil mi?
Sevgiyi neden bilmiyoruz?
Dünyayı doğru paylaşmayı bilemediğimizden, oysa ki şiiri, müziği, sinemayı, romanı, tarihi, coğrafyayı paylaşmayı bilmediğimizden. Sanıyoruz ki, “elimizde olan benimdir” oysa yanlışımız bu. Paylaştığımız bizimdir doğrusu.
Ben ne kadar “paylaştığımız bizimdir” doğrusunun içindeysem o kadar ufkum geniştir, genişim.
Daralmamız, sıkılmamız, bunalmamız bunu bilmemekten. Dünya da yaratılan her şey, bizimdir. Biz insanların, bizim olduğu için geniştir, büyüktür.
Dünyanın nesi benim olabilir ki?
Ben, daha büyük yazalım “BEN” bencillik ne kadar büyürse, dünya o kadar küçülür. Dünya küçülür ev olur, ev küçülür oda olur, oda küçülür köşe olur, köşe küçülür sıkıntı olur, bunalım olur.
Kendinizi kaçarak, saklayarak, eline geçeni sımsıkı tutarak nereye sığdırabilirsiniz? Hiçbir yere. Genelde böyle durumlarda kişiye gözlerini yum, ne görüyorsun o senin derim, bazen yumanlarda olur eee ne gördün diye de sorarım. (koca bir hiç)
Düşünelim…
Dünyanın bütün resimleri, müzikleri, yalnız sizin sinemanız olsaydı, bütün filmleri yalnız siz görseydiniz, dünyanın bütün romanları sizin için yazılsaydı mutlu olur muydunuz? Evet mi, kiminle neyi tartışacaksınız.
“Saçma” mı diyorsunuz?
Ama düşünün bakalım, ne kadar çok insan bu “saçma”yı yaşamanın amacı yapmış. Ne kadar çok insan dünyayı paylaşmayı bilmemiş?
Bilmemiş de, yaşamayı çevresine de kendisine de yasaklamış. Senin neyin var? Benim neyim var çıkmazında tıkanmış. Paylaşmanın yerine sahiplenmenin sonu yoktur. Sevgide bundan yaşanamaz, cinsellik de. Birlikte yaşanacak olanın yerine “tek başına”yı koyamazsınız. Bedeniniz de, ruhunuz da kabul etmez bunu.
Siz düşünür durursunuz “neden olmuyor, benim neyim eksik, nerede yanlış yapıyorum?”, diye…

Yanlışımız paylaşmayı bilmemekte, bunu bildiğimiz zamansa, artık “hayat kadını” fahişeyi tanımlamayacaktır.
“ Hayat kadını”, hayatın güçlükleriyle başa çıkan, kendi emeğiyle güçlükleri yenen, aklını, duygularını doğru yaşamak için kullanan kadını anlatacaktır.
“Evin kadını” evine kapanıp kalan kadını değil, evini paylaşan, paylaştıran, birlikte yaşama sorumluluğunu yaşadıklarıyla paylaşan kadın olacaktır.
“Hayat adamı” deyimi de anlam değiştirecektir.
“Başarsın da nasıl başarırsa başarsın” anlamıyla üçkağıtçılığı, dalavereciliği sinsi, sinsi öven bir deyim olmaktan çıkacak, hayatı doğru yaşamak adına gücünü, emeğini harcayan, dünyayı doğru yorumlayan insanı simgeleyecektir.

İkinci dünya savaşından sonra Japonya’ya giden Amerikan askerleri Japon kadınlarını tanıyınca şaşkınlığa düşmüşler. Amerikalılar almaya alışık, Japon kadınları da vermeye hazır olduklarından, bu buluşmada mutluluk kadar mutsuzluk da doğurmuş.
İşin doğrusu ne sonsuz almak, ne de sonsuz vermektir, doğrusu paylaşmaktır.
Paylaşmanın da terazisi yoktur. Paylaşmayı bakkal hesabına çevirmek paylaşmak değil, alışveriş yapmaktır.
Paylaşmak; iyiyi, güzeli, fakirliği, bunalımları, hayatı paylaşmaktır. Bunu bilemediniz mi, elinize geçeni sımsıkı tutarak yaşamaya başlarsınız…

Seçim sizin değil mi?