Kurt Adam’ın; projenin resmiyete dökülmesinden itibaren fikir ve kamera önündeki isimler göz önünde bulundurularak hissettirilen “yılın süper prodüksiyonlarından biri” havasının erken söndürülerek, önce gösterim tarihinin ertelenmesi, vakti geldiğinde de alışık olduğumuz gürültülü tanıtım kampanyalarından yoksun bir şekilde sessiz sedasız vizyona servis edilmesi, filmle ilgili birtakım yolunda gitmeyen durumların olduğuna işaret ediyor gibiydi.
Filmi gördükten ve dolayısıyla bu yaklaşımın sebeplerini zorlanmadan saptadıktan sonra yapımcılara hak vermemek güç. Kapanış jeneriği akmaya başladığında filmin neden başladığı gibi ilerlemeyip, büyük prodüksiyon sıfatını bir kenara koyarak Joe Dante’nin The Howling’inden beter bir sığlık grafiği çizdiğini düşünüyordum ki senaryoda Andrew Kevin Walker imzasını görmem beni bu burukluktan kurtardı ve salonu hayal kırıklığıyla değil de rutin bir kötü film sonrası izleniminin hafifliğiyle terk etmeme yardımcı oldu.
Andrew Kevin Walker’ın kaleminin tutukluğu, kabaca gotik edebiyattan beslenen Sleepey Hollow’u, Tim Burton’ın karakteristik fırça darbelerine ve sonucu önleyemeye çalıştığı tüm artistik gayretlere karşı neredeyse bir vodvil ürününe çevirmeyi başarmasıyla tanıdık.
Walker Kurt Adam’da bu tarz “özgün” bir işe kalkışmadan, tahmin edebileceğiniz üzere bir trajedi sahneye koyuyor. Yönetmen koltuğunu bu kez; sinema anlayışını Jurassic Park-3 ve Hidalgo’yu göz önünde bulundurarak betimleyebileceğimiz, orijinal hikayeleri hak ettikleri gösterişten uzak kotaran ve heyecan unsurunu görsel efektlerin işlevselliğiyle bir tutan yönetim zihniyetine sahip Joe Johnston’ın doldurması da; finalde parça parça alt metinlerin döküldüğü bir denize, Sleepey Hollow’da bahsettiğim, düşüş hızına sekte vuran hamlelerden yoksun bir şekilde dalmanın, yükseklikle(beklenti) doğru orantılı olarak tecrübe ettirdiği “beton etkisi” hissini çok daha konforlu şekilde yaşamamıza yardımcı oluyor. Yönetmenliğin bunun dışında herhangi bir olumlu duruma yaramaması, kimlik göstergelerine sahip olmaması Walker’ın önünü çok daha rahat görmesine yardımcı olan en önemli etken.
Kurt adam yaratısı korku sineması külliyatının ilk mitlerinden bir tanesi. Aynı dönemin/geleneğin serilerinden biri olan Frankenstein ile de içinde en fazla alt metni barındıran, psikolojik çözümlemelere müsait anti-kahraman. Fakat geleneğinin üzerinden parodi dahil farklı şekillerde o kadar çok ürün piyasaya sürüldü ve bu ürünler vasıtasıyla “kişilik,ego,alter ego,zihnin bastırılmış karanlık tarafları ve bu karanlığın basmasına sebep çocukluk ve ergenlik anıları “ başlıklı yüzlerce tartışma dillendirildi, yazılıp çizildi ki 2010 yılında aynı tartışmalara yeni bir soluk getirmeden, zayıf bir sinematografi eşliğinde ilerlemekte olan bir kurt adam yorumu izlemek işin ne bir beyin jimnastiği ne de tutarlı bir tür sineması örneği olabilmesine hizmet ediyor.
Film aslında en başında bunun bilincindeymiş gibi davranıyor. Klasik kurt adam olay örgülerinden, çeşitli kavram ve rivayet tanıtımlarından uzak duruyor. Bu onu bağımsız bir yapım olmaktan çıkarıp, temel olayların öncesini veya sonrasını anlatan bir devam filmi havasında ilerlemeye yöneltse de gelişme ve sonuç bölümlerinde kurulacak sağlam bir entrika, getirilecek kayda değer açılımlar bu sinema dilinin eğreti görüntüsünü eşeleyip, altındaki sağlamlığı ortaya çıkartabilir. Ki Kurt Adam’da bu tarz öğeler mevcut. Benicio del Toro’nun hayat verdiği karakterin mesleği tiyatro oyunculuğu.Meslek gereği ikircikli bir durumu var, hayatını kendine başka başka hayatlar farklı farklı halet-i ruhiyeler bahşederek sürdürüyor. Lanetin kazandırdığı “dokunduğun altın olsun” tarzı kudret onun bu intizamsız ruh dünyasıyla işlenebilse kayda değer notlar düşülebilirmiş fakat film ilerleyen zamanda bu fırsatı değerlendiremiyor. Üstelik kaçan gol yalnızca bu değil. Kurt Adam bir noktada sihrin ve din olgusuyla sınırlandırılamayacağını düşündüğü “inancın” kaynağını bir görüp, bu zıtlığın esrarının doğaüstü olaylarda gizlendiğini iddia ediyor. Bunu desteklemek için de kurt adam kavramını tarihinde ilk kez gerilla tipi bir muameleyle işliyor. Klasik yaratılarda kurt adam kudreti apaçık resmedilen tasvirden beslenirdi, burada ise savın işlenişine göre icraatları bilindik kendisi ise gölgede bırakılan bir kudretten bahsediyoruz.
Bu tarz ilgi çekici ve doğurgan olay örgüleriyle ilerken, film yekten kendini bir noktada sabitliyor. Ardından geri adımlarla başladığı yere dönüp, hangi noktadan buraya geldiğini önemsemeden hızlı bir devinim gerçekleştiriyor ve Andrew Kevin Walker’a yaraşır bir klişe bombardımanı başlıyor. Sorunlu ergenlikten tutun, ebeveynin küçük yaşta karanlık unsurlarla bezeli bir olay sonucu kaybına, ifşa edildiği taktirde felaketlerin belirmesine sebep olacak bir sırra vakıf küçük çocuktan, sinemasal anlamda üst düzey bir final yarattığına inanılan ateş unsuruna kadar, vasat film terminolojisinin tüm imkanları seferber ediliyor. Bu olay örgülerinin etrafında şekillendirilen baba-oğul çatışması kılıfı içinse yalnızca bayat denilebilir, sürpriz son değil. Öyle ki sürpriz sürprize benzemediği için durumu kurtarmak maksadıyla hemen ortaya çıkarılarak doğru olan yapılıyor lakin film bunu çok akıllıca bir manevra gibi gösterip, destansı bir finale imza attığını düşünerek iyice gülünç bir hal alıyor. Gotik atmosferden özenle kaçınılması da filmin neden günümüz taşrasında veya modern hayatın herhangi bir anında geçmediğini sorgulatmaya başlıyor ki bu da bir başka felaket alameti.
Joe Johnston ve Andrew Kevin Walker izlenebilir bir iş ortaya koymak için ya başlattıkları dinamiği devam ettirip Underworld serisinin en iyi filmi olduğunu düşündüğüm aynı adlı ilk filmle benzer şekilde hareket ederek ilgi çekici unsurları film boyunca diri tutmayı başaracaklardı ya da tıpkı Kenneth Branagh’ın 1994 yapımı Frankenstein’ı ve Coppola’nın 1992’de filme aldığı Dracula tarzında dört başı mamur bir “Hadi baştan alalım” filmi çekeceklerdi. Günümüzde bu tarz bir filmin gerekliliği tartışılabilir tabii ama başarılamamış bir işin kötülüğünü irdelemekten yeğdir kanımca.
Sonuç olarak Kurt Adam bu haliyle efsaneye unutulmaya mahkum bir halka eklemekten öteye gidemiyor. Filmi görmenin tek eğlenceli tarafı; iradeden zerre nasibini almamış, en hafif yelde oradan oraya sürüklenen kalpsiz karakterlerin başta Anthony Hopkins olmak üzere, güçlü oyuncular tarafından bu denli ihtimamdan uzak şekilde canlandırılmasının ortaya çıkardığı “herkes her şeyin farkında” gerçeğinin yarattığı mizahi vaziyet.
Mail:ahmetcanyldz@yahoo.com