Demokratik açılıma dönüşen “Kürt açılımı” tüm hızıyla devam ederken, her geçen gün ülkeyi bir karmaşaya ve bir iç çatışmaya götürme tehlikesini de beraber getiriyor.
Ülkenin iç ve dış dengelerinin de yeni baştan tartışmaya açılacağı bir sürece ise çoktan girilmiş durumda. O nedenle ülkede sağlıklı bir tartışma ortamı yaratılmaktan çok gerginliğin ve sertleşmenin ve dolayısıyla ayrışmanın daha çok yaşandığı bir hava hakim ülke genelinde.
İbre pek sağlıklı bir sürece işaret etmiyor gibi. Hükümetin iyi niyetle başladığı varsayılan bu politika ve metod uygulamasının bugüne kadar ülkede tartışma başlatması açısından ilk günlerde olumlu gibi algılansa da son tartışmalar ülke genelinde bir karamsar hava yaratmış bulunmaktadır.
Hükümet ile muhalefet arasında yaşanan gerginlik, haftabaşı itibarı ile geri dönülemez bir siyasi ayrışmaya sokmuş görünmektedir.
AKP ile MHP Arasında Köprüler Atıldı
İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın başlattığı “dinleme, anlama ve sonra bir strateji geliştirme” düşüncesi AKP Başkan Vekili Bekir Bozdağ’ın “eski defterleri” açarak Öcalan’ın asılmamış olmasını MHP’yi “sorumlu tutan” ve ülkedeki gerginliği bir noktada daha da ateşleyen açıklaması artık “geri dönülmez bir akşamın ufku gibi” AKP ile MHP arasındaki köprüleri atmış gibi görünmektedir.
Buna CHP’nin söylem olarak MHP’den hiç de daha yumuşak olmayan ama tarz olarak daha yumuşak olan açıklamaları da Meclis’te bir mutabakatın artık sağlanmasının çok zor olacağını göstermektedir.
Açılım, Anayasa Tartışmaları Gibi Sonuçsuz Kalabilir
İki büyük muhalefet partisinin onayı olmadan da hükümetin bu işi tıpkı anayasa tartışmalarında olduğu gibi tek başına götüremeyeceği aşikardır. Öyle gözüküyor ki muhatap alınmayı pek seven DTP, çok daha büyük tavizler alma niyetinde olduğunu ve özellikle Öcalan’ın ve onun çizdiği yol haritasının kabul edilmesini zamana yayarak almaya çalışıyor. Bundan sonraki süreçte DTP’nin tavrı çok daha fazla anlam kazanacak ve siyasi “muhatap olarak” önemli olacak.
Demokratik Açılım ABD Projesi mi?
Demokratik açılımın bir Türkiye projesi mi yoksa bir ABD projesimi olduğu tartışılmaya başlandı. Hükümetin tepkisinin çok sert olması, ABD’nin bölgede Türkiye’nin bu sorunu bir an evvel çözmesi isteği gerçekliğini değiştirmez. Daha doğrusu ABD’nin bu işle uzaktan yakından ilgisi yok demek ne siyasi ne de tarihsel gerçekliklere uyar.
AKP Hükümeti’nden önce başbakan olan Bülent Ecevit’in “ABD bize Öcalan’ı niye teslim etti hala anlayabilmiş değilim” demesi zaten siyasi tarihteki yerini aldı.
Yine herkesin malumudur ki, 1990’lı yıllarda PKK ile mücadelede kullanılan silahlar ABD ve İsrail’den sağlanmıştır. Başta Almanya olmak üzere bir çok Avrupa ülkesi Türkiye’ye siparişi verilmiş silah ve mühimmatı dahi teslim etmemiş veye binbir dereden su getirmiştir.
PKK terörünün gemi azıya aldığı 1991-1994 yılları arasında yazar Aziz Nesin, Avrupalı ülkeleri silah satışında ikircikli davranmalarını o zaman o silahları niye üretiyorsunuz. Onlar çocuk oyuncağı değilki diyebilmiştir.
Türkiye’nin İki Sadık Yari: İsrail ve ABD
Yine o yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki başta tank modernizasyonu olmak üzere savaş uçaklarının bakımı ve modernize edilmesi İsrail tarafından yapılmıştır. Bir başka ifade ile Avrupa Birliği ile Türkiye arasında İnsan Hakları ve terör konusunda görüş ayrılığı zirveye çıkarken, Türkiye’nin “iki sadık yari” ABD ve İsrail idi!!!
Bunun da nedeni hem Turgut Özal’ın başta Birinci Körfez savaşı ve sonrasındaki ABD yanlısı tututmu hem de Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı esnasında ABD ve İsrail ile olan yakınlığa devam ettirmesidir.
Erdoğan’ın Sözü Abesle İştigaldir
Bugün için Menderes’in ve Turgut Özal’ın siyasi mirasçısı olduğunu her vesile ile ifade eden Başbakan Erdoğan’ın bu işin içinde ABD’nin olmadığını söylemesi, gündelik tabirle, abesle iştigaldir.
Türkiye’deki bütün sağ hükümetler 1950’den beri ABD ile çok yakındır ve bu AKP için de öyledir. Nitekim AKP’nin son 7 yıldaki politikaları, yani ABD ile olan sıkı ilişkileri bu anlamda sadece “tarihsel sürekliliğin” devamıdır.
Türk-Amerikan ilişkileri üzerine okuyan-yazan-çizen biri olarak bunu belirtmek zorundayım. Kaldı ki Dışişleri Bakanı Davudoğlu’nun gerek ABD Dışişleri gerekse Savunma Bakanlığı çevrelerinde “çok sevilmesi” , Davudoğlu’nun gerek önce Başdanışman sonra da Dışişleri Bakanı olarak ABD ile uyumlu politikalar takip etmesinden geçer, yoksa “ABD karşıtı politikalardan “değil.
Başbakan Erdoğan’ın 5 Kasım 2007’de Washington’da Başkan Bush ile görüşmesinin ardından “hamdolsun istediğimizi aldık” demesinin siyasi tercümesi ABD ile ortak görüşleri paylaşıyoruz anlamındadır. Uzatmaya gerek yok, Büyük Ortadoğu Projesinin iki numarası olan Başbakan Erdoğan’ın bu işte ABD yoktur demesi, siyasi gerçekliklerle uyuşmamaktadır. Geçen yüzyılda Ortadoğu da “hangi taşı kaldırsan altından İngiliz çıkar” sözü bu yüzyılda “Ortadoğu da hangi darbeye baksan altından ABD” çıkara dönüşmüştür.
PKK’nın Tasfiyesi ABD ve Türkiye’nin Ortak Çıkarı
ABD, Türkiye’nin küresel ve bölgesel politikalarında bir mihenk taşıdır ve öyle de kalmaya devam edecektir. Türkiye’nin AKP yönetimi altında ABD karşıtı politikalar yürütmesi söz konusu değildir. Kaldı ki bu na gerek de yoktur. Çünkü ABD ile Türkiye’nin çıkarları PKK’nın silahlı bir örgüt olarak tasfiye olmasında birleşmektedir. Bunu en iyi okuyanda yine DTP ve Öcalan’dır.
1980’li yıllarda PKK Marxist –Leninist bir örgüt olarak askerler tarafından mücadele edilmiş ve PKK’lılar ve onun Kürt kökenli sempatizanları küresel anlamda Komünizm ile mücadele çerçevesinde değerlendirilmişlerdir. Diyarbakır cezaevinde yaşanan işkenceleri bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Bugün için barış ve demokrasi kavramlarının yüklendiği anlam farklıdır, 1970 ve 1980’li yıllarda Komünizm ile mücadele çerçevesinde tüm sol hareketler Türkiye’de takip edilmiştir ve Türk-Kürt bakılmaksızın tüm sol gruplar “devletin demir yumruğunu” (o yılların jargonu) hissetmişleridr. Çünkü o dönemde radikal sol hareketler ile mücadele etmek ABD ve dolayısı ile Türkiye’nin “devlet politikaları” idi.
12 Eylül öncesinde ve sonrasında yurtdışına kaçan binlerce insan etnik kökenleri nedeni ile değil, siyasi nedenler ile kaçmışlardır. İşte tam bu nedenden dolayı tüm 1980’li yıllarda Almanya’dan İsveç’e, Hollanda’dan İngiltere’ye, Danimarka’dan İtalya’ya kadar “siyasi mülteciler dalgası” yaşanmıştır. Bu Türkiye’nin bir siyasal ve sosyolojik trajedisidir ve “sadece Kürtlere özgü” bir baskı değildir.
Soğuk Savaşın Bitimi ile PKK Etnik Ayrılıkçı Bir Harekete Dönüştü
Avrupa’da Soğuk Savaşın bitimi ile yaşanan dönüşüm, kendisini yenileyen ve Marxist Leninist çizgiden ayrılıp etnik bir ayrılıkçı harekete dönüşen PKK’ya ve genelde Kürtlere –ki bu sadece Türkiye’den değil, İran’dan, Suriye’den, Irak’tan gelen Kürtleri de kapsar- büyük bir sempati duyulmuştur.
Yaşar Kemal’in kovuşturulmasına neden olan ve şimdi İçişleri Bakanı tarafından “usta ve bilge yazar olarak dinlendiği günümüzde, tarihsel bir ironi olarak Alman Der Spiegel Dergisi’ne verdiği mülakatta kendisini bir Kürt yazar olarak tanımlaması, aslında kendisini Türk yazar olarak bilen tüm “Türk kesimlerinde” hayal kırıklığı yaratmıştır. Zaten o zamandan beri de “bestseller” olamamış Nobeli de alamamış ve sonuçta kendisini “beyaz Türk olarak gören” Orhan Pamuk’a Nobeli kaptırmıştır. Türk okuyucuların hayal kırıklığı bu anlamda çok derindir.
Avrupa’da PKK’yı destekleyen genelde aşırı sol grupların yanı sıra Alman Yeşiller Partisi bu işin bayraktarlığını üstlenmiştir. Örneğin 1998-2005 yıllarında Almanya’da hükümette olan Yeşiller Partisi’nden Angelika Beer, Ankara’da Savunma Bakanlığı’nda yapılan bir toplantıya yeşil sarı kırmızı renklerle bezenmiş bir toka ile girmek istediği için toplantı yapılmamıştır.
Askerlerin MGK’daki Tavrı Bir Devrimdir
Bugün gelinen nokta ise hele hele son MGK toplantısında askerlerin sürece devam kararı bu anlamda bir “devrimdir.” O nedenle sadece dışarıdaki tepkileri değil, içerideki bu kurumlar bazındaki siyasal “olgunlaşmayı da” iyi okumak gerekir.
Türkiye Kilit Ülke Oldu, PKK Artık Gereksiz
2001 saldırıları ve son dönemlerde Irak- İran- Afganistan ve Pakistan ekseninde radikal hareketlere verilen mücadelede Türkiye’nin “kilit ülke” olması, PKK’nın artık tarihsel olarak “gereksiz olduğu” sonucunu vermiştir.
ABD’nin bu bölgede, başta Kuzey Irak olmak üzere, istikrar istediği zaten bilinmektedir. Başkan Obama’nın yeni Dış Politika takımı bu anlamda Türkiye’nin içinde bu sorunun çözümlenmesi gerektiği ve Türkiye’nin bunu yapabileceği kanısındadır. Kaldı ki, Cumhurbaşkanı Gül’ün bu sorunun çözümünde lokomotif rolü oynaması da doğaldır. Çünkü Hükümet bu işin altından diğer siyasi partilerin onayı olmadan kalkamaz.
Erdoğan-Ahmet Türk Görüşmesi ve Obama
Burada akademik ve entelellektüel iyi niyet yeterli değildir. Avrupa’da bir çok siyasi partinin desteğini alan DTP sonuçta “muhatap olma mertebesine” erişmiştir. Ama bakalım DTP bu işi nasıl idare edecektir? ABD Başkanı Obama’nın DTP Başkanı Ahmet Türk ile görüşmesi çok önemlidir ve zaten o görüşmeden sonra Başbakan Erdoğan DTP ile görüşmeme politikasını bırakmış ve sonuçta Ahmet Türk ile görüşmek zorunda kalmıştır. Bu “zorunda kalmıştır” kelimesi bilinçli bir ifadedir. Aksi takdirde 7 yıldır ısrarla terörü tanımayan bir siyasal parti ile bir araya gelmem diyen ve bu “görüşmeme orucunu” bozan Başbakan Erdoğan’dı. Bugün için ise DTP bırakın terörü tanımayı Öcalan’ın muhatap alınmadan bu işin olmayacağını söyleme noktasına gelmiştir.
Sonuç olarak; Demokratik açılım, ABD planı mı, AB planı mı yoksa Türk planı mı gibi sorular hepsini kapsar. Herkesin çıkarı vardır ve herkes işin içindedir. Tam bir Güneydoğu’nun nefis “ortaya karışık eti” gibidir. Herkes canının çektiği ve dişinin ısırabildiği kadar!!!!! Tek endişe hükümetin hızla bir ateş topuna dönüşün bu sürecinde altında kalması olasılığıdır. Yıl sonuna kadar bu işi bitirmek istiyoruz demek iyi niyettir. Siyasal gerçeklik değil! Yoksa ufukta erken seçim mi gözüküyor? Öyle ya birilerinin kestaneleri ateşten alması gerekiyor, malum önümüz kış. Muhalefet partileri almaya niyetli değilller. Fatura AKP’ye çıkacak gibi gözüküyor. Tabii hesabı ödeyecek bir “sponsor” bulunursa iyi olur. Bu durumda ABD “POTANSİYEL SPONSOR” OLAMAZ MI!!!!