9 Mayıs Avrupa günü kutlamaları esnasında dış politikanın “troikası” konumunda olan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı ama aynı zamanda baş müzakereci Ali Babacan ağız birliği etmişçesine 2008 yılının AB yılı olacağını ve AB ile ilişkilerin ivme kazanacağını ve reform sürecinde de AB’nin Türkiye’ye güvenmesi gerektiğini söylediler.
Dışişleri Bakanı Babacan açıkça “AB‘den tam üyelik için kesin bir tarih” talep etti. Cumhurbaşkanı ve Başbakan Türkiye’nin AB’den başka alternatifi olmadığını ve olamayacağını, bunun bir devlet politikası olduğunu içeriye ve dışarıya tekrarlamakta fayda gördüler.
O gün akşam televizyonlarını izleyenler, AB tarafından da gündüz yapılan açıklamalara olan memnuniyet ifadelerini gördüler ve izleyenler “alan razı-veren razı” bir şekilde işlerinde yolunda olduğu duygusunu edindiler. Gün içerisinde değişik TV kanallarında “AB uzmanlarını” izleyenler, AB ile ilişkilerin aslında günlük güneşlik bir ilişkiler yumağı olduğunu ve aslında Türkiye’nin tam üyelik için daha fazla bir şeyler yapması gerektiğini ifade ettiler.
Gerçektende 14 Mart’tan itibaren, yani AK Parti’ye açılan kapatma davasından itibaren, AB’nin en üst düzeyde Türkiye’deki iç politik gelişmelere müdahil olduğu ve Barrosso, Olli Rehn ve Lagendejik “troikası” Türkiye ile ilgili olarak sürekli ve ısrarlı bir şekilde Türkiye’nin ne kadar laik, ne kadar demokratik ve ne kadar şeffaf olması gerektiğini, kıyaslamalı olarak söylersek, hiçbir başka aday ülke ile olmadığı kadar ifade ettiler, ediyorlar.
Türkiye’de “kimin demokrat, kimin faşist olduğu konusunda” ölçüm aletleri olduğu duygusunu oluşturan bu konuşmalar, tabiî ki Türkiye-AB ilişkilerinin geldiği nokta itibarı ile sürpriz değildir!!! Aslında Türkiye’nin 17 Aralık 2004 ‘de ucu açık müzakereleri kabul etmesi, tarafımızdan yanlış olarak değerlendirilse de müzakereler devam etmektedir ve o nedenle şimdi başmüzakereci ve dışişleri bakanı tam üyelik tarih talep etmektedir. Tam dört yıl sonra. Dikkatinizi çekti ise!!!
İki hafta evvel açıklanan ve Türkiye’de yeniden büyük bir tartışma başlatan son Avrupa Parlamentosu raporu bazı uzmanlar tarafından “sert ama dengeli” görüldü.
Bunun anlamı şudur: Türkiye daha hızlı hareket etmeli, eleştiriler yerindedir ve AB bu konuda tavizsizdir. Gerçekten de Türkiye geçmişte bundan çok daha sert raporları ve eleştirileri “yutmak ve kabul etmek” durumunda kalmıştır. Özellikle 1990’lı yıllarda Avrupa Parlamentosu raporları genelde İnsan Hakları ihlalleri üzerine yoğunlaşıp, PKK terörünü ısrarla terör saymayarak, Türkiye‘de hem siyasi yaşamı hem de ülkenin dış ilişkilerini doğrudan etkilemiştir.
Aslında Avrupa Parlamentosunun tüm raporlarını şöyle yıllar içerisinde bir değerlendirmeye aldığımızda çok daha sert raporların varlığı, bundan sonrada olmayacaktır anlamına gelmez. Aradaki tek fark o zamanlar Türkiye müzakere eden bir ülke değildi. Şimdi ise statü farkı vardır ve durum daha bir ciddiyet taşımaktadır.
Gerçekten de son raporun da ortaya koyduğu gibi Parti kapatma konusundan 301’e kadar birçok konuda Türkiye’ye öneriler sunulmuştur ve hükümet bu önerileri gerçekleştirmek için elinden geleni yapacağının garantisini vermiştir. Parti kapatılmasının kolay olmayacağı bir anayasal değişikliğin henüz gerçekleşmemiş olması bir sorun olarak devam etmekle birlikte, son günlerde gelinen nokta AKP’nin kapatılmayacağı izlenimini vermektedir.
AK Parti’nin kapatılmasının hoş karşılanmayacağı bilinmekle beraber, ülkenin gerginlik içinde olduğu gerçeği devam etmektedir. Son günlerde Hükümet ile yargı arasında baş gösteren tartışmalar Türk demokrasisi açısından pek sağlıklı değildir. Fakat Hükümetin sözcülerinin açıklamaları gerginliği arttırmaktadır. Yürütme ile yargı arasındaki bu kavgadan sonuçta Türk demokrasisinin zarar görmemesi mümkün değil gibi görünmektedir.
Bize göre Avrupa Parlamentosunun aslında Türkiye’de sosyal alandaki reformları ve seçim sisteminin adaletsizliği konusundaki görüşlerini daha fazla gündeme getirmesi beklenmelidir. Türkiye’nin her konuda AB standartına ulaşması gerekiyorsa, 1 Mayıs’ın da kutlanması ve seçim sistemininde değişmesi ve %10 barajının aşağılara çekilmesi gerekir.
Avrupa Birliği, istenilse de istenilmese de Türkiye’nin tüm siyasi gelişmelerinde artık bir unsurdur. Bu gerçeği görerek değerlendirmede bulunmak gerekir. Önemli olan ise hükümetin bu işi bundan sonra nasıl götüreceğidir.
Örneğin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın başmüzakereci olarak pek başarılı olduğunu söylemek zordur. Nedeni de basittir. Bir koltukta iki karpuz taşımak zordur. Bu aslında hükümetin zayıflığımı yoksa bir bildiklerimi var sorusunda düğümleniyor. Türkiye’nin acilen, eğer AB konusunda ciddi ise, bir baş müzakereci ataması ve bir AB Bakanlığı kurması kaçınılmazdır.
Burada Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın “iyi niyeti” yeterli değildir. Türkiye’nin dış ilişkileri iyi niyetle götürülecek ilişkiler değildir. Tabii burada Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ında bu konuda tutumlarını ve görüşlerini revize etmek durumunda kalacaklardır. Bilinen gerçeklik, Ali Babacan’ın bu iki ağır mesai gerektiren görevlerden birini bırakmasıdır.
Dışişleri mensuplarına “fazla mesai” yaptırtmak çok fazla “çalışıyoruz” duygusunu verir ama müzakerelerin hızlı gitmesini sağlamaz. Belki de hükümet bilerek böyle bir taktik izliyor olabilir ki onu da biz bilmiyoruz!! Ama böyle giderse yıl sonunda AB konusunda “bir arpa boyu yol alınır” onu da şimdiden görmek mümkün.
Türkiye- AB ilişkileri son Avrupa parlamentosu raporu ile tabii ki bozulacak değil, ama Türkiye’nin içindeki tartışmalarda gelinen noktada AB’nin çok iç politikaya müdahil olması ve her şeye “burnunu sokuyor “ görüntüsü vermesi, son Hükümet-Yargı gerginliğinde olduğu gibi , Türkiye’de AB’nin Türkiye’ye haksızlık yaptığı kanısı güç kazanmaktadır.
Türkiye’nin hızla daha milliyetçi bir tutum içine gireceği bir dönem başlayacak gibidir. Bunun da en önemli göstergesi son dönemlerde büyük güçlerin tekrar milliyetçi bir yapıya dönmeleridir. Çin ve Rusya bunun iki tipi örneğidir.
1990’lı yıllarda umut edilen liberal dönüşümler gerçekleşmemiştir. Son kitabında Neoconların fikir babalarından olan Robert Kagan’ın “The Return of History and the End of Dreams” (Tarihin dönüşü ve rüyaların sonu” isimli ve henüz 3 hafta önce yayınlanan kitabında da yazdığı gibi, dünyada bir tek süper güç (ABD) ve bir çok büyük güç vardır (Çin, Rusya, Hindistan) vardır.
Şüphesiz yine Kagan’ın belirttiği üzere 21. yüzyılın yönetim şekli birazda AB’nin yönetim biçimini şeklinde olacak gibidir. Yani “gönüllü imparatorluk”, bir diğer ifade ile ülkeler egemenliklerini “bir egemenlik havuzuna devredecek” ve ulusal çıkarlar ve güç politikaları yerini uluslararası hukuka ve uluslarüstü yapılanmaya bırakacaktır.
Diplomat-akademisyen Robert Cooper’in ifade ettiği gibi, “AB’de tıpkı ABD gibi yayılmacıdır, bir farkla daha “postmodern bir biçimde”. Yani daha bir gönüllü imparatorluk kuruluyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülke bu özgürlüğe ve demokrasiye kilitlenmiş “AB işbirliği imparatorluğuna” (EU’ cooperative empire) katılmak için can atmaktadırlar. O nedenle, Türkiye’de dahil olmak üzere, Robert Cooper’a göre, hiçbir ülke AB’nin bir şeyler empoze etmeye çalıştığını söylemeyemez. Bu noktada Hükümetin politikaları da bu açıdan “söyleneni yapmaktan” öteye gidemez, çünkü AB “gönüllü bir imparatorluktur” ve öylede kalacaktır.
Türkiye’nin bu ortaklığa girip girmeyeceği veya otokratik bir yapıya bürünüp bürünmeyeceği ayrı bir tartışma konusudur. Fakat son Avrupa Parlamentosu raporu dahil olmak üzere tüm önceki raporlar, Türkiye’yi bu “imparatorluğa dahil olmak için” şekillendirilen raporlardır. Bugüne kadar başarılı olunmuşmudur sorusuna verilecek yanıt, göreceli olarak evettir. AK Parti Hükümetinin AB’den kopması, bu anlamda, söz konusu değildir. Her ne kadar AK Parti’nin tüm tepe yönetimi 1990’lı yıllarda AB karşıtı bir tavır sergilemiş olsada!!!!
Başbakan’ın danışmalarından Mehmet Metiner’in “Yemyeşil Şeriat , Bembeyaz Demokrasi” isimli kitabı okunduğunda , Metiner’in kendisi de dahil olmak üzere, bu “dönüşümü” görmek mümkündür.
Sonuç olarak Ak Parti Hükümeti de önceki hükümetlerden farklı değildir!!!!!! Çünkü, “taç giyen baş akıllanır”. AK Partinin de bu anlamda “akıllandığını söylemek” abartılı olmasa gerek. Tüm Avrupa parlamentosu raporlarının “sert veya dengeli olması “ siyasal bir gerçekliktir. 2008 yılının “Avrupa yılı” olup olmayacağını göreceğiz. Ama Türkiye’nin bu “gönüllü imparatorluğa gönüllü üye olma süreci” her şeye rağmen devam edecek gibi görünmektedir.