Türkiye’ye AB ile ilişkilerinde imtiyazlı ortaklık verilmesi yönündeki tartışmalar son hafta içinde hız kazandı. Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi başkanı Emekli büyükelçi Gündüz Aktan, Radikal gazetesindeki köşesinde tartışmayı açarak yangına benzinle gitmiştir. Diğerleri ise neden ve nasıl özel ortaklığın Türkiye’nin çıkarları ve AB ile ilişkileri için faydalı olup olamayacağı üzerinde durmuşlardır.
Geçen Şubatta Almanya’daki muhalefet partisinin lideri Angela Merkel sadece siyasi kariyerinde değil aynı zamanda özel yaşamında da ilk kez Ankara’yı ziyaret etmiştir ve Türkiye AB’den müzakere tarihi almadan çok önce Türkiye için özel statü önermiştir. Temelde, Merkel birçok Avrupalı siyasetçinin kalbinde yatanı dile getirmiştir, bu, Türkiye’yi ne tam olarak dışlamak ne de tam olarak içeri almaktır. Bu demektir ki Türkiye tam üyelik statüsünü hak etmemektedir, ancak Türkiye AB yapılarınca desteklenmelidir ve bunların çoğu askeri yöndedir. Merkel’in önerisi otomatik olarak reddedilmiştir, çünkü Türkiye’nin asıl amacı, Türk halkının yüksek beklentilerini karşılamak amacıyla bedeli ne olursa olsun müzakere tarihi almaktı. Sadece siyasi bir mücadele değil aynı zamanda daha önce Türkiye-AB ilişkilerinde bu kadar güçlü olmayan entelektüel bir mücadele vardı. Adil olmak gerekirse, Türk kamu diplomasisi büyük bir başarı kazanmıştır ve bütün dünya, AB’nin nasıl hareket edeceği ve İslam’ın Batı’nın tanımlanamayan düşmanı olduğu 11 Eylül’ün gölgesinde AB’nin Türkiye’ye nasıl davranacağını merakla izledi.
Sadece Alman Hıristiyan Demokratlar değil aynı zamanda Nicholas Sarkozy yönetimindeki Fransız Hıristiyan Demokratlar da Türkiye’ye tam üyelik değil sadece imtiyazlı ortaklık verilmesini savunurlar. Bu nedenle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yakın zamanda Fransız Le Figaro gazetesinde Fransız kamuoyuna Türkiye’nin neden AB üyesi olmak istediğini açıklayan bir makale yayınlamıştır. Çarpıcı olan Erdoğan’ın kullandığı retoriktir. Erdoğan, Türkiye’nin AB’nin siyasi değerlerinin sadık destekçisi olmak istediğini söylemiştir. Bu, Türkiye’nin kendisini Batı’nın sadık müttefiki olarak lanse ettiği, yani Batı bloğunun kayıtsız şartsız destekçisi olduğu Soğuk Savaş yıllarındaki duruşla benzerlik gösterir. Bu, aslında Türkiye Cumhuriyetinin 1945’ten beri yürüttüğü samimi politikasıdır. Ancak, gelecek hafta sonu yapılacak Fransız referandumu, Fransa’nın AB değerlerine ne kadar sadık olduğunu gösterecektir. Şüphesiz, Fransız Enstitüsü Başkanı – Büyükelçi Aktan ismini söylemese de AB meselelerinde uzman herhangi biri kim olduğunu tahmin edebilir – Türkiye’nin uzun dönemde yapabileceklerini söyledi. Bunun nedeni, Türk kamuoyunun hızlı sonuçlar almak istemesi ve insanların sonu belli olmayan bir müzakere sürecine kendilerini adamamalarıdır. AKP hükümeti resmi olarak henüz kabul etmemiş olsa da müzakereler için iki yol vardır. Bazı akademik görüşlere göre, bu özel ortaklık Türkiye için daha uygun ve durumu kurtaran bir iştir. Bunlardan biri Profesör Hasan Ünal’dır, Hasan Ünal geçen yıl Zaman Gazetesi ve 17 Aralık 2004’te İngiliz Financial Times gazetesinde yayınlanan makalesinde Türkiye için imtiyazlı ortaklık önerisini kabul etmenin daha iyi olduğunu savunmuştur. Şu anda Hürriyet Gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök çok bağlayıcı olmasa da benzer şekilde bu opsiyonun neden tartışılmaması gerektiğini belirtmiştir. Bu demektir ki Türkiye’de bunun tartışılmaya başlanması konunun çarpıtılmasına neden olur. Kıbrıs ve sözde Ermeni soykırımı meselelerine gelince, Türk entelektüelleri iki kampa bölünmüşlerdir, her iki taraf da diğerini vatana ihanet etmek ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarını satmakla suçlamaktadır.
Ancak önemli olan, özel ortaklıkla ilgili herhangi bir öneri hükümet tarafından reddedilecektir. Bir dizi akademisyen ve AB taraftarı olan Türkiye Sanayici ve işadamları Derneği’nin (TÜSİAD) Brüksel’deki temsilcisi Bahadır Kaleağası gibi özel sektör temsilcileri böyle indirgenmiş bir statüyü kabul etmenin Türkiye’yi ikinci sınıf bir Orta Doğu ülkesi statüsüne düşüreceğini savunurlar. Bu durumda Türkiye’nin asıl yönü daha az anlamlı olur.
Bu Ekime kadar bu tip tartışmalar Türkiye’nin entelektüel ortamını işgal edecektir ve her ay AB üyeliğine destek daha da azalacaktır. Bu AB işi kolay bir iş değil ve Türkiye, AB’nin beklentilerini ne müzakereler süresince ne de görülebilir gelecekte karşılayamayacaktır. Diğer bir deyişle, Türk aklı tam üyelik ve imtiyazlı ortaklık tercihleri arasında karışmıştır. Türkler için dünya düz değildir hala yuvarlaktır. Bu şu anlama gelir: Türkler hızlı sonuçlar veren her geçerli öneriyi kabul etme eğilimindedir. Türkiye’nin 2015’ten önce tam üye olamayacağı kesindir. On yıllık süre içinde ne eski dünya ne de yeni dünya olacağız ancak kesinlikle gelecek dünya olacağız. Gelecek dünyada Türkiye, Hindistan, Çin, Brezilya ve Rusya gibi farklı dünya görüşleri olan ülkelerle birlikte olacaktır. Türkiye’yi kendi bloğunun içine almak AB’nin daha çok çıkarınadır, ancak AB’nin büyük stratejisi Türkiye’ye sadece askeri kapasitesi nedeniyle değer vermektir. Bu, Türkiye için bir sorundur. Türkiye sadece AB için ucuz askeri olan bir ülke olmadığı ve eşit ortaklık, eşit sorumluluk ve haklar konularında ısrarcı olmalıdır.
AB başarılı bir kurumdur ve Türkiye bu kurumun bir üyesi olmak istemektedir. Erdoğan’ın, Türkiye AB’nin sadık müttefiki olmak istemektedir görüşünü başka türlü nasıl açıklayabiliriz. Bir Türk atasözü der ki, “Söyleyene değil, söylenene bakın”. Başka bir deyişle, Türkiye’nin siyasi samimiyeti sorgulanamaz, ancak Türkiye’nin amacına ulaşıp ulaşmadığı ayrı bir meseledir. Türkiye arkasında çok uzun bir geçmiş bırakmıştır. Türkiye’nin amacından vazgeçmesi gibi bir tercihi olmamalıdır.