Seyahatnamelerde Edirne

Edirne

FHİLİPPE DU FRESNE CANAY

(1573): “… Türk İmparatorluğu’nun ikinci kenti olan Edirne, büyük ve ticari bir kent olup, Türk. Rum ve Yahudi halkla doludur. Oraya gelişimden az önce, çaylar taşmış ve hemen hepsi de Yahudilere ait olan 6.000 kadar ev sular altında kalmıştı. Kentin biraz ötesinde, bugünkü padişahın bir sarayı vardır. Padişah aynı zamanda kentin hemen ortasında bulunan bir tepeciğin üzerinde, çok büyük bir meblağa mal olacak bir cami yaptırmaktadır. Kentte Ali Paşa’nın yaptırdığı kubbeli güzel bir bedesten, Rüstem Paşa’nın yaptırdığı muhteşem bir kervansaray vardır. Bunlardan başka bazı eski kule, sur ve kilise kalıntıları görülmektedir. Burada deri boyamak işi çokçok ilerlediği için, eyer, dizgin ve diğer donanımı yapan usta işçiler çalışır.”

POLONYALI SİMEON (1608-1619)

“… Altı günlük yolculuktan sonra Edirne’ye vardık. İstanbul’dan Edirne’ye kadar uzanan yol tümüyle kaldırımla döşenmiş olup, insan ve hayvanlar ayakları ıslanmadan yürürlerdi. Bundan başka, her konak yerinde, kargir büyük mescitler, hanlar, odalar, hamamlar, misafirhaneler, hastaneler vardır. Bahçeler, selviler, çeşmeler ve nefis suların bulunduğu menzillerde, günde iki defa pilav, yahni zerde ve iki fodla ekmekten ibaret yemek çıkar. Kervan bin kişilik de olsa, buralarda konaklar ve herkes, hayvanlarda dahil olmak üzere, yer içer, dinlenir, istediği zaman hamamda yıkanır, sonra yoluna devam eder. Yolda geniş ırmakların üzerinde atılmış yirmi, kırk ve hatta yetmiş gözlü kemerli taş köprüler gördük. Pek ünlü bir başkent olan Edirne çok bereketli ve her bakımdan bir bolluk yeri idi. Kentin etrafından geçen üç büyük ırmak kente bolluk ve bereket getirir.

Burada beş hafta kaldık. Yarım günlük bir alanı tümüyle kaplamış bağ ve bahçe ile çevrilmiş olan Edirne, hareketli bir ticaret kentidir.”

CHEVALİERD’ARVİEUX (1673)

“… Edirne’de eski Adrianopolis’ten yalnız bir kısım sur harabeleri ve halen hapishane olarak kullanılan birkaç kule kalmıştır. Kent birkaç mil kadar çevresiyle bir santur (harpe) şeklinde olup, pazar, bedesten, hamam ve diğer umumi binalara mahsus İstanbul kadar geniş bir yeri yoktur. Kentin binalarından en muhteşemi olan Selimiye Camisi’nin minarelerinden birinin üst üste üç merdiveni vardır ve üç kişi birbirini görmeden, fakat konuşarak onlardan inip çıkabilirler.

Padişah sarayı, sur içinde çok yüksek ve sık ağaçlar arasında gözden saklıdır. İçerisinde giremediğim bu saraydan, kurşunla örtülü bir köşkün üst kısmını görebiliyordum ki bunun tepesinde, bir galeri ile ile çevrili mermer bir havuzun içinde bir fıskiye vardı. Bu galerinin üzerinde bulunan diğer bir köşk de, binaya sivri bir şekil veriyordu. Su köşke kadar rahatça yükseliyordu, çünkü saray çok alçak bir yerde olup su, çok güzel ve iyi bakılmış su kemerleriyle cıvar bağlardan getirtiliyordu.”

EVLİYA ÇELEBİ (XVII.yy)

“… Hazreti İsa döneminde Edrone adındaki bir kral buraya kale yaptırıp kendi adını vermiştir. Daha sonra Bulgar, Sırp ve Hersek krallarına geçen Edirne I.Murad’ca 170.000 asker ile kuşatılarak 1361 tarihinde Osmanlılar’ca ele geçirilmiştir.

Edirne Kalesi yedi bayır arasında geniş bir vadide kurulmuştur. Şekli batıya doğru dört köşeden biraz uzuncadır. Duvarları bir sıra tuğla, bir sıra traşlanmış taş ile yapılmış sağlam bir kaledir. Duvarının temeli 10 zira (75-90 cm arasında değişen bir uzunluk ölçüsü) derinlikte, suru ise 40 zira yüksekliktedir. Çevresinde 160 tane küçük büyük burç vardır. Dört bir köşesinde birer yüksek kule bulunur. Kalenin tüm çevresi 12.000 adet bedenden meydana gelmiştir. Her bedende bir mazgal deliği bulunur. Surunun çevresinde 6 kapısı vardır. Kale içinde 14 mahalle bulunur ki, burada Rumlar ve Ermeniler oturur. Fethi sırasında Rumlar’ın kale içinde oturtulması barış için şart koşulmuştur. Kalede bağ ve bahçe yoktur. Satranç gibi 360 tane cadde vardır ki tümü de eski usülde büyük taşlarla döşenmiştir.

Edirne’nin çevresini Arda, Tunca ve Meriç adlarındaki üç büyük nehir kuşatır. Bu üç nehir Edirne’de Mihal Köprüsü altında birleşirler. Arda ve Tunca’nın suları Edirne çevresindeki bağ ve bostanları sular.

Camileri arasında en eskisi Hacı Bektaş Veli’nin izni ile 300 derviş ile birlikte buraya gelip Hazırlık adlı yere yerleşen Sefer Şah’ın yaptırdığı mescittir. Fatih’ten sonra Murad Han genişleterek Hüdavendigar Camisi adını vermiştir.

I.Mehmed Camisi, Ulu Cami derler, Musa Çelebi başlatmış yarım kalınca I.Mehmed tamamlatmıştır. Çarşı pazar içindedir. Mihal Köprüsü başındaki Yıldırım Bayezid Camisi daha çok Küpeli Camisi adıyla bilinir. Üç Şerefeli adıyla ünlü Gazi Murad Han Camisi ise Edirne’nin orta yerindedir. Üç şerefeli olan sağ taraftaki minaresine aşağıdaki bir kapıdan 3 müezzin girip yukarı çıktıklarında birbirlerini görmezler ve seslerini duymadan ayrı şerefelerde ezan okurlar. Bu camilerin en ünlüsü Mimar Sinan’ın yaptırdığı II.Sultan Selim Camisi’dir. Geniş bir tepe üzerinde kesme taş ile inşa olunmuştur. Kubbesi Ayasofya’nınkinden 6 zira derin, çevresi de 14 zira geniştir. Bu cami o kadar sanat ve hünerle yapılmıştır ki hepsini yazsak, hakkında ayrı bir kitap yazmamız gerekir.

Bunlardan başka Gazi Murad Bey, Bayezid Veli, Süleyman Han, Defterdar Kara Mustafa Paşa camileri başta olmak üzere, Edirne’de pek çok irili ufaklı cami vardır ki bunlar 1.700 mihraptır. 14’ü padişah, 300’ü vezir ve ileri gelenlerin yaptırdığı camilerdir.

Medreseleri, Muradiye, Yıldırım Han, Musa Çelebi, Çelebi Sultan Mehmed Han, Koca Murad Han ünlü ve bayındır medreseleridir. Edirne’nin darülhadisleri (hadis öğretme yurdu) da çoktur. En güzeli II.Selim Darühadisidir.

Edirne’deki 14 padişah camisinde birer sıbyan mektebi (çoçuk okulu) bulunur. En bakımlıları Murad Han, Çelebi Han ve Selim Han okullarıdır.

Deniz ve kara gezginlerinin uğrak yeri olan Hazreti Hızır Dede Hünkar Tekkesi ünlü bir Bektaşi tekkesidir. Fetihten sonra Gazi Hüdavendigar’ın yaptırdığı Güreşçiler Tekkesi’nde her hafta cuma günleri 70-80 çift pehlivan güreş tutar. Koca Murad Han’ın yaptırdığı Hazret-i Celaleddin Rumi Dervişleri Tekkesi Mevlevihane iken, içinde kaza sonucu cinayet işlendiği için camiye çevrilmiş sonra da avlusunda yeni bir Mevlevihane yapılmıştır. Bunlardan başka Hazreti Şeyh Zındani, Şeyh Abdülkadir Geylani, Şeyh Hazreti İbrahim Gülşeni, Hacı Ömer Ağa ve Hazreti Ebu, İshak Karuni tekkeleri de ünlüdür.

Bu kentin suya ihtiyacı yoktur; fakat eski bir kent olduğundan binlerce hayır sahibi gelip geçenler için mahallelerde ve çarşı pazar içinde pek çok çeşme yaptırmışlardır. Sebillerin en süslüsü Arasta başında Selim Han ve Kızlar Ağası Mustafa Ağa Sebili’dir.

Edirne’de 414 mahalle vardır. 14 tanesi kale içinde olup burada Rumlar ve Yahudiler oturur. 5 mahallesinde de Çingeneler oturduğundan gürültülerinden mahallelerinden geçilmez. Geri kalanı Müslüman mahalleleridir.

Selim Han Camisi yakınındaki Eski Saray’ı Murad Han fethinden sonra yaptırmıştır. Çevresi 5.000 adım olup dört köşe şekildedir. Sonra Sultan Süleyman Macaristan seferine önem verince bu sarayı genişletmiştir.

Hünkar Bahçesi Sarayı: Fatih’in babası Murad Han eskiden Edirne Kralı’nın av yeri olan korulukta Tunca Nehri kıyısında köşkler ve tüksek konaklar yaptırdı. Sultan Süleyman Alman seferine karar verince kışı bu sarayda geçirdiğinden burasını çok mamur etmiştir. Bostancıbaşı 3.000 adet bahçıvanı ile gece gündüz bekçilik eder. IV.Mehmed ava meraklı olduğundan zamanının çoğunu Edirne’de geçirip kumandanlarını Rumeli’ye sefere gönderir ve kaleler fethettirirdi. Bu fetih ganimetleri ile burasını burasını öylesine geliştirdi ki, yeryüzünde böyle bir bahçe daha yoktur. Buradaki kokulu çiçeklerin benzeri hiçbir yerde bulunmaz. Edirne’de bu iki padişah sarayından başka 340 vezir sarayı daha vardır.

53 büyük kervansarayı vardır ki, en ünlüleri Muradiye, Yıldırım, Muhammediye, Koca Muradiye, Selimiye ve Bayezidiye’dir. Ayrıca Rüstem Paşa Hanı, Kapan Hanı, Viran Han gibi 53 tüccar hanı ve 70 kadar da bekar hanı bulunur.

Edirne çarşılarındaki dükkanların toplamı 6.700’dür. En eskisi şehrin ortasındaki Murad Han Bedesteni’dir. Osmanlı ülkesinin bütün kıymetli eşyaları burada bulunur. Her gece 60 bekçi bekler. Gazi Hüdavendigar yapısı Eski Bedesten’de kıymetli eşya yoktur. Ali Paşa Çarşısı Koca Sinan’ın yapısıdır. Kuzeyden güneye uzanan bu çarşıda 1.000 adımlık bir cadde vardır. 360 adet kepenkli dükkanı bulunur. Dükkanlarda kıymetli mallar çok, fakat gayet pahalıdır. 2.000 adım uzunluğundaki Uzun Çarşı’da ise iğneci, bakırcı, demirci, pamukçu, hallaç, ketenci, çadırcı, balıkçı, boyacı, çuhacı ve helvacı pazarları vardır. Bunlardan başka 41 yerde çeşitli çarşı ve pazarlar olup herkes geçinmek için alış veriş eder.

Edirne’de pek çok hamam vardır ki, en ünlüleri Üç Şerefeli, Tahtakale, İbrahim Paşa, Boyacılar, İshak Paşa, Selimiye, Murad Bey ve Mezid Bey hamamlarıdır. Ayrıca 3.150 ev hamamı vardır. En küçük evde bile bir yıkanma yeri bulunur.

Edirne’nin görülmeye değer yapıtlarından biri de Mihal Köprüsüdür ki, Arda, Tunca ve Meriç nehirleri hemen altında birleşir. O kadar geniş ve uzundur ki eşi yoktur. Fil gövdesi kadar taşlarla yapılmış kaldırımlı, saltanatlı bir köprüdür. Tunca üzerindeki Saraçhane köprüsü 8 gözlüdür. Tunca üzerinde ayrıca üç köprü daha vardır.

Edirne’nin erkekleri 70 yada 100 yaşına gelince biraz sohbetten kalır ama yine de işlerine devam ederler. Gençleri orta güzelliktedir. Kadınları güzellik yönünden orta ve davranışları ölçülüdür. Konuşmaları düzgün olup her işleri kendilerine uygundur. Nice yabancılar bu şehri her bakımdan beğenerek burada yerleşip evlenmiş ev-bark sahibi olmuşlardır.

Bayezid Han Hastanesi’nde mütehassıs doktorlar, nabız ilminde usta cerrahlar vardır. Ulu Cami yakınındaki Hızır Çelebi sünnette eşsizdir. Edirne’deki imam, hatip ve bilginler 6.150’nin üzerindedir.

Edirne’nin yazı yazsa da kışı gayet sert olur. Bazı senelerde Arda, Tunca ve Meriç nehirleri buz bağlar. Kışı Erzurum gibidir.

Yedi çeşit devedişi adıyla ünlü buğdayı olur. Bakla, mercimek, börülcesi bol, arpası azdır. Kokulu helvası, ekmek ayvası, şeftalisi, bozası, şarabı, suyu, hardaliyesi meşhurdur. Tümü 3.000 adet bol ürünlü bostanları olup çok geniştir. Bağları boldur, fakat kışı şiddetli olduğundan üzümü makbul değildir.

Bayezid Han Camisi’nin dış avlusunda bir hastane ve ayrıca Medrese-i Etibba (Doktorlar Medresesi) vardır. Burada öğrenciler doktorluk mesleğini öğrenir. Bu hastane türü hastalıklara yakalanmış zengin, fakir, ihtiyar ve gençlerle doludur. Bazı odalarında deliler kalır ki, Bayezid Vakıfnamesi’nde bunlar için 10 şarkıcı ve sazcı görevlendirilmiştir. Bunlar haftada üç kez gelip hastalar ve deliler için konserler verirler.”

KATİP ÇELEBİ (XVII.yy)

“… Kentin dört yanı üçer-dörder günlük yerden, Karadeniz ile Akdeniz, Balkan Dağları ve İstanbul sınırı ile çevrili olup arada çukur bir yer gibidir. Edirne tam ortadadır. Tunca, Arda dağlardan gelip bu kentte birleşir. Hepsinden büyüğü ve yararlısı Meriç’tir. Meriç Irmağı Edirne’den beş menzil yukarıda Samako yakınında bir dağdan çıkıp dokuz değirmen döndürür, Filibe’de çeltik tarlalarını sular ve ardındaki bahçelerin içinden geçer. Tunca, Edirne’den dört menzil uzaklıktaki Kızanlık yakınlarından çıkıp yedi göz değirmen döndürür; Edirne’ye geldiğinde saray bahçeleri içinden ve bir-iki mahallesi arasından geçip Meriç ile birleşir. Arda’nın ağzı da bunlarla olup dört değirmen yürütür. Bu küçük ırmağın dağlık olduğundan hızlı akar ve çok taşar; suyu güzel ve hafiftir. Edirne halkının çoğu ondan içerler. Edirne’ye yakın Eski Maraşi denilen yerde Meriç’e karışır. Bir milden sonra kentin bahçeleri arasında yine ayrılıp Ada adındaki Miri Çayı’nın doğusundan geçer, İlbey Burgazı adındaki küçük kale önünde yine birleşir. Bunun yatağı taşlık, Meriç’in ki kumlluk, Tunca’nın ki topraklıktır.

…Edirne bu üç ırmak çevresinde 450 kadar bahçe vardır. Bu ırmaklar o bahçelerin yüksek ağaçlarının gölgelerinde hoş akarlar ama, bahçeleri bu sulardan bir içim bile yararlanamaz, kendi topraklarının yağmuruyla geçinirler. Kış sonu bunlar taşarak kenarlarındaki mahalleleri alacak gibi olur. II.Selim döneminde (1566-1574) dörtyüzden fazla evin bu taşkınlarda yıkıldığını tarihler yazar.

… Bu kentin bahçeleri 1591’e değin Hıdırlık zaviyesi çevresindeydi. Sefer sırasında bu bağlar yıkıldı. Sonra güneyde Topyolu semtinde yeni bağlar yapıldı. Bu kentin gül bahçeleri pek çok olduğundan başlıca malı gül suyudur. Ayvası da çok güzel olur.

Bu kentte bu kadar sular akarken yine suyunu Sultan Süleyman bir günlük yerden getirmiştir. Büyük vadiler geçerken birçok yerlerde kemerler yapılmıştır. Saruca Paşa Mahallesi’ne yakın kubbeli yere gelip hamamlara, camilere, başka yerlere, elli altmış çeşmeyeve onyedi sebilhaneye dağılır.”

A.de MOTRAYE (1707)

“… Edirne’nin en dikkate değer yapıları camiler, bedestenler ve hamamlardır. Camilerin içinde en önemlisi, minareleri 12 mil uzaktan görülen Selimiye Camisi’dir. Bu caminin muhteşem ve gözalıcı güzellikte olan mahfilinin dehlizlerini ve çevresindeki galerileri tutan sütunlar granit, somaki gibi nadir taşlardır. Mahfilin ortasında, abdeste mahsus olmak üzere, beş madhali vardır. Kurşunla örtülü, oniki kubbeden ortadaki, hayret edilecek derecede cilalı sütunlara istinad etmektedir. Bu mükellef binanın dört köşesi dört minare ile süslenmiştir. Minarelerden biri üç kat merdiveniyle fevkalade bir şeydir: Çünkü bunlardan çıkıp, inenler şerefeye varıncaya kadar birbirini görmezler.

Selimiye’den sonra, güzellik bakımından ikincisi Yeni Cami’dir. Bunun yirmi kubbesi, dördü verd’Antico olmak üzere, birçok güzel sütunları vardır. Camiinin mahfilini çevreleyen 50 kubbeli dehliz, nadir mermerden birçok sütuna dayanmaktadır. Mahfilin içinde zarif bir çeşme vardır.

Eski cami denilen diğer bir caminin mahfili yoktur. Fakat binayı çevreleyen sütunlar ona azametli bir sadelik vermektedir. Caminin vakfı olup yakınında bulunan Bedesten, bence Türkiye’nin en büyük, şirin bedestenidir. Kemerli damı ve büyük sütunlara istinadeden bu bedeestenin içinde, türlü ve kıymetli eşya ile dolu 200 kadar dükkan vardır.

Edirne’nin Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi’den mürekkep hayli çok nüfusu vardır. Şehrin civarındaki bir çok güzel bağlarda bol miktarda beş-altı cins nefis kavun yetişir. Üzümün okkası üç akçe olan Edirne’de hayat, İstanbul’dan yarı yarıya ucuzdur.”

HELMUTH VON MOLTKE (1835)

“… Küçük kılavuzumuza bol bahşiş verdikten sonra, hala süren yağmur altında yolculuğumuza devam ettik. Fakat daha öğle vakti sefil bir köyde (Hasanbeyli köyü) kalmaya mecbur olduk. Çünkü Tunca’ya akan kollardan birini geçmeye imkan yoktu. Ertesi sabah su biraz alçalınca bir geçit yerinden geçtik, fakat yük atımız eşyamızla birlikte ırmağa düştü, neredeyse sürüklenip gidecekti. Yollar batak haline gelmişti, nihayet Edirne’ye vardığımız zaman kervanımızın pek acıklı bir görünüşü vardı.

Bütün Türk şehirleri gibi Edirne’nin de dışarıdan görünüşü pek güzeldir. Güneş çayırlık bir vadide, muazzam ağaç kümelerinin ve kıvrım kıvrım akan nehir kollarının arasında kubbeleri ve minareleri, surları ve kuleleri, alçak kırmızı damlardan bir kargaşalığın üzerinden yükselir; bunların arasında açık yeşil ağaçlıklar ve yüksek kara serviler göze çarpar. Muazzam Sultan Selim Camisi dört narin minaresiyle, en yüksek tepede, şehrin üzerinde yükselir. Fakat Tatarımız bizi acele etmeye zorladı ve Rusçuk’tan ayrılışımızın onuncu sabahı, eteklerinde bir gümüş çizgi ışıldayan, uzak bir dağ sırasının arkasından güneşin doğduğunu gördük.”

JAMES BAİLLİE FRASER (1835)

“… Edirne, Avrupa Türkiye’sinin merkezinden sonra gelen en büyük kentlerinden biridir. Alçak tepeler arasında yüksek bir alana, Meriç’in zengin vadisine kurulmuştur; tarlalar, meralar ve bahçelerle çevrelenmiştir. Pek çok camii vardır, minareleri kırmızı damlı evleri arasında hoş bir görünüm arzeder. Birkaç çarşı vardır, bunların olağanüstü bir özelliğine rastlamadım. Çarşıları gezerken ilgimi çeken bir nokta, çok çeşitli gelenekleri olan değişik insanlara rastlamam oldu. Özellikle Rumlar ve dükkanlarda satış yapan sevimli Rum kadınları güzel bir görüntü sergilemekteydi.

Kentte 17.000 ev 85.000 nüfus vardı. Çoğunluğu ticaretle uğraşıyordu. 1828 Rus işgali sırasında nüfusun ticaretle ticaretle uğraşanları azalmış, fakat şimdilerde bunların yeniden çoğalmakta olduğu görülüyor.”

ANNİE BRASSEY (1878)

“… İlk ziyaretimizi, doğu çarşıları içinde en fazla yerel renge sahip olan Ali Paşa Çarşısı’na yaptık. Yüz metre uzunluğunda ve oldukça yüksek olan çarşı, yerleşik satıcıların işgal ettiği küçük dükkan sıraları yanında, türkuazlar, halılar ve işlemeli kumaşlarsatan Acemler, halılar, perdeler ve işlemeler satan Balkanlılar, mallarını elden çıkarmak için hemen hemen her yerde dolaşan madrabazlar gibi seyyar satıcılara ayrılmış meydanlar içeriyor. Burada, böyle bir yerde görülmeleri insanı oldukça şaşırtan Fransız saatleri ve mücevherleriyle dolu tezgahlara da rastlanıyor.

Ana caddenin sonunda nerdeyse harabe halinde kare bir kule ve en azından geçen yıla değin Türkiye’nin ilgi çekici köşelerinden biri olan Eski Saray’ın kapısına giden bir köprü var. Bu saray, Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak dönemlerinde yapılmış ve bu türün ayakta kalan tek anıtıymış. Ne yazık ki, 17 Ocak 1878’de, yan tarafta depolanmış olan cephaneleri Bulgarlar’ın elinden kurtarmak için patlatmak isteyen Türkler tarafından kazara tahrip edilmiş. Eski Saray’ın kulesi bir yıkıntı yığınından ibaret, yalnızca dış merdiveni ve mermer iç avlusu kalmış.

Valide Sultan’ın hamamı da yok olmuş; Büyük kapısı ise hala ayakta; fakat Sultan’ın önemli konukları kabul ettiği yandaki küçük bina tamamen içten yıkılmış ve arta kalan birkaç parça bile süslemelerinin ne kadar güzel olduğunu göstermeye yetiyor.

Daha sonra bizi götürdükleri II.Selim Camisi dünyanın en güzel camisi, Kubbesi Ayasofya’nınkiler gibi güzel mozaiklere sahip değil fakat ondan daha büyük. Bu yapıda, harika Acem çinileri, koyu ve açık mavi bir fon üzerine en güzel doğu stilinde yazılmış ve nefis desenli Acem bordürleriyle süslenmiş Kuran’dan parçalar bulunuyor. Ortada yer alan taştan yontulmuş tek lale caminin yerinin, sahibinin halifeye bıraktığı bir lale bahçesi olduğunu hatırlatıyor.

Kurban Bayramı olduğundan cami avlusunda herkes oyun, salıncak gibi eğlencelere dalmıştı; her yer şekerleme ve meşrubat satıcılarıyla doluydu; Bayramlıklarını giymiş kalabalık son derece canlı ve neşeli görünüyor, Türk çocukları yanlarındaki dev gibi Rus askerlerine aldırmayıp salıncakta sallanıyorlardı. Dışarıda, duvarlara dayanmış mülteciler sabırla günlük yiyecek dağıtımını bekliyordu. Çocuklar bile bağırmak ve yakınmaktan vazgeçmişlerdi; saki, hareketsiz ve kayıtsız oturmuş bu çocukları genç satıcılar zannedebilirdiniz. Farklı uyruklardaki bu insanların nasılda kolayca kaynaşmış ve bu dar, pis ve kalabalık sokaklarda yan yana rahatlıkla yaşar görünmeleri dikkatimi çekti…”